28 Mayıs 2014 Çarşamba

Demir'in kürdan deneyi

Demir'le dün akşam yemekten sonra ilk deneyimizi yaptık. Daha önceden Demir'in yiyip yarım bıraktığı bir domatesin üzerine kürdanlar takmış ve 'kırmızı kirpi' yapmıştık. Demir dün akşam yemeğinden sonra dışarıdan getirmiş olduğu taşlarla oynarken onlara kürdan takıp kirpi yapmak istedi. Ben de önce bunun olamayacağını, çünkü taşın sert olduğunu söyledim. Ama arkasından hemen kendi keşfedebilsin diye kürdanları verdim ve batmadığını kendi deneyimledi. Bu da benim aklıma bir fikir getirdi "hadi deneyim, bakalım kürdan neye batıyor, neye batmıyor?" dedim ve deneyimize başladık. Taşa batmayan kürdanları kolaylıkla kayısıya,eriğe, ve kağıt peçeteye; zorlanarak ise kağıttan bardağa ve pipete batırdık. Tabaklara ise batıramadık. Demir'in çok hoşuna gitti. her nesneyi denerken tahmin etmesini sağlamaya çalıştım. O da sonrasında "batıyor" veya "batmıyor" diyerek deneyimizin bulgularını özetledi. Daha sonra pipetten uçak yaptı. Bu uçağa da kürdandan bir sürü yolcu, hostes abla ve pilot yaptık. Uçağımızı uçurduk. Hostes abla yolculara battaniye, kemer, kitap ve yemek bile verdi eğilerek.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

İlk TV deneyimi

Demir doğduğundan beri hiç televizyon izlemedi. Televizyon ve bilgisayar gibi ekranların çocukların bilişsel ve sosyal gelişimlerine verdikleri zararlar hakkında Demir doğmadan önce ve sonra çok okumuştum farklı kaynaklardan. O yüzden onu bu uyaranlardan mümkün olduğunca uzak tutmak istemiştim. Artık iki yaşını doldurduğu için televizyonla tanışabilir diye düşünmeye başladım. Ne kadar süre seyretmeli diye düşünürken Pedagog Reinhard Winter’in önermiş olduğu formülle karşılaştım. Bu formüle göre çocuğun gün içinde kaç dakika ekran önünde olabileceği  çocuğun yaşını 10'a bölüp, sonucu 60 ile çarparak hesaplanabiliniyor. Bu süre hem televizyon hem de bilgisayar için geçerli. Bazı konularda formüllerin hiç işe yaramadığını düşünsem de bu konuda bu formül aklıma yattı. Demir'in süresini 3 dakika daha uzatıp günde 15 dakika televizyon seyredebileceğine karar verdim. Arkadaşlarımızın çocuklarından bazı çizgi film adlarını duymuşluğum vardı. Pepe furyasından haberdardim. Pepe'nin saati geldiğinde Demir'e "televizyon seyredelim mi?" diye sordum. Çok mutlu olarak "seyret" dedi. Televizyonu açtım ve karşısına geçtik beraber. Sessiz bir şekilde oturup çizgi filmi izlemektense konuşarak çizgi filmde olanları bana anlatmaya başladı (böyle olacağından neredeyse emindim:)). Ben de hem çizgi filmin içeriğinin Demir'in yaşına uygun olup olmadığını anlamaya hem de Demir'i dinlemeye çalıştım. Arada Demir'in gözleri ekranın alt tarafında Türk İşaret Dili (TİD)'ne çeviri yapan çevirmene takıldı. Ben de çok basit bir şekilde anlatmaya çalıştım. Benim de gözlerim sık sık ona takıldı. Az olan TİD bilgimi hatırlamaya çalıştım. Tam Demir severse her gün seyredebiliriz, hem ben de TİD bilgimi geliştirebilirim belki diye düşünürken Demir televizyonu kapatmak istedi ve oyun oynamaya geri döndü. Demir'in televizyonla ilk deneyimi neredeyse benim bu yazıyı yazmam kadar sürdü. 




Benim ilk Pepe izlenimim çok olumlu olmadı. Karakterlerin çok yapmacık olduğunu düşündüm. Sürekli gözlerini kırpıştırarak konuşan ve gülen figürler hoşuma gitmedi. Konuları şarkılarla destekliyor olması güzeldi. Bizim seyrettiğimiz bölüm basketbolla ilgiliydi ve bununla ilgili basit ve neşeli bir şarkı içeriyordu. En olumlu tarafı ise TİD çevirisiyle birlikte gösteriliyor olmasıydı. İşitme engeli olan çocuklara hem eğlenebilecekleri hem de dillerini bir ölçüde geliştirebilecekleri bir uyaran sunmak çok hassas bir yaklaşım. Aynı hassasiyeti başka programların da göstermesi gerekli.




Bundan sonra ara ara tekrar televizyon açabiliriz Demir'le. Farklı programlar deneyebiliriz. Hayvanlara olan ilgisini düşününce belki onların olduğu çizgi filmler daha ilgisini çekebilir. Ama istemezse de hiç gerekli değil, biz oyunlarımıza devam ederiz :)   

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Demir 2 Yaşında

3 Mayıs Cumartesi günü Demir'in doğumgününü kutladık. Demir kalabalıktan çabuk sıkılabildiğinden ve daha arkadaşlarıyla karşılıklı oynamaya başlamadığından aile arasında ufak bir kutlama olsun istedik. Ufak olacak olması benim haftalar öncesinden hazırlıklar yapmaya başlamamı engellemedi tabii ki. Demir'in güzel doğum günü süsleri olsun istiyordum. Hayvanları çok sevdiği için hayvan konseptini seçmiştim. Sosyal medyada annelerin çocukları için yaptıkları süsleri inceledim. Hayvan motifli süsler aradım. Onlardan esinlenerek süsler yapmak istesem de böyle güzel becerilerim yok ne yazık ki. O yüzden ben de bu süsleri hazır sunan sitelere yöneldim. Birmax magnet ve  Parti AVM'ye teşekkur ederim. Demir için güzel  süsler ve ailemizin bu günü hatırlayabilmesini sağlayacak magnetler hazırladılar ve kısa sürede teslim ettiler. Süsleri yapamadım, bari pastayı kendim yapayım  istedim yemek konusunda daha başarılı olduğum için. Yine araştırdım, ama pasta hamurunu daha önceden kullanmadığım için ve onunla hayvan şekilleri oluşturmak yine bende olmayan el becerileri gerektirdiğinden pastayı da hazır sipariş ettim. Ama pasta dışındaki tüm yiyecekleri kendim hazırladım. Hem annemden öğrendiğim tarifleri kullandım hem de Hassas Anne'nin takip ettiğim  blogundaki bazı önerilerden faydalanarak civciv şeklinde patates püresi ve uğur böcekli sandviç hazırladım.


O gün Demir'in iki önemli misafiri vardı. Biri 6 aylık kuzeni Sena (namı diğer Şeşe) diğeri de ninesi, Can'ın 96 yaşındaki anneannesi. Kutlamanın zamanını Demir uyuyup uyandıktan ve yemeğini yedikten sonraya denk gelecek akşamüstü saatleri olarak belirlemiştik. Ama misafirlerimiz farklı zamanlarda gelip gittikleri için bu plana uyamadık ve tüm aile aynı anda toplanamadık.
Demir başlarda keyifliydi. Ama sonrasında sıkıldı. Suratı asıldı, fotograflar çekilirken kameraya bakmak istemedi, kaşlarını çattı. Bunun sebebi kalabalık ve herkesin Demir'in konuşmasını duymak ve ilgisini çekmek için ona sorular sormasıydı sanırım. Neyse ki pastasını ve süslerini sevdi. Pastanın üzerindeki hayvanlar hoşuna gitti. Masanın üzerine çıkarak (evet gercekten masanın üzerine çıkıp oturdu:)) bütün hayvanları elledi ve almaya çalıştı. Diğer yemeklere fazla ilgi göstermemiş olsa da pastasından afiyetle yedi.


Misafirlerimiz gittiğinde çok yorulmuştu. Bu yorgunlukla akşam çabucak uyudu. Biz de yorgun ama Demir bir yaşını daha bitirdiği için mutlu bir şekilde pastasından yedik ve onsuz kutlamamıza devam ettik :)

9 Mayıs 2014 Cuma

Annesiz anneler günü


Annesiz anne olarak kutlayacağım üçüncü anneler günü geldi çattı. İlkinde Demir daha bir haftalıktı, annemi kaybedeli 6 ay kadar olmuştu. Lohusalığın getirdiği hassasiyet, anneme olan özlemim, Demir’in sürekli ağlaması birleşince gözyaşlarıyla geçen bir gün olmuştu. Tanıdığım hiçbir anneyi aramak istememiş, beni arayanlarla zor konuşmuş ve o gün çabucak bitsin istemiştim. İkincisi hüzünlü, durgun, ama tanıdığım annelerin gününü kutlayabildiğim, yine de gözyaşlarımı tutamadığım bir gün olmuştu. Bu seferki de öyle olacak herhalde. Ama Demir’in o gün bana sarılıp beni öpmesi o günün hüznünü hafifletecektir biraz.

Kendi anneannemle ilişkimin güzelliğini düşündüğümde Demir’in anneannesiz büyüyecek olması; annemin torun sevmek istediğini bildiğimden onun Demir’i göremeden gitmiş olması beni sadece anneler günü yaklaşırken değil çoğu gün hüzünlendiriyor. Biliyorum ki çok güzel bir ilişkileri olurdu birbirlerini tanıyabilselerdi. Ve benim de anneliğim çok daha kolay olurdu. Annesiz annelik zor çünkü. Anne çocuğunu düşünürken kendisini düşünecek, sorgulamadan dinleyecek, kendi deneyimlerini paylaşacak ve  öğütlerini rahatsız etmeden verebilecek birine ihtiyaç duyuyor ki bu kişi sadece kendi annesi. O yoksa herşey biraz eksik. Annesi kadar kimseye güvenemiyor insan. Kimseye çocuğunu gözü kapalı emanet edemiyor ve etmek istemiyor. Eskiden annesinin “anne olunca anlarsın”  sözüne ne kadar çok kızıyorsa artık  bu sözü o kadar çok doğru bulduğunu annesine itiraf edemiyor. Annesiyle birbirlerine gidip gelerek eskiden oynadıkları evcilik oyununun gerçeğini yaşayamıyor. Bazen annesiyle paylaşamıyorsa derdini kimseyle paylaşmak istemiyor, çünkü içten içe biliyor ki “ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar”. Gün içinde çocuğunun yaptıklarını paylaşmak için telefona uzanıyor eli. Sonra aklına geliyor arayamayacağı. Boşlukta sallanıyor. Ne zaman bir anne-kız görse alışveriş yapan, yemek yiyen, kol kola dolaşan, kahkahalarla gülen içi sızlıyor. Annesiyle beraber kendi çocukluğunu da kaybediyor. Ağlar mıydı çok, kolay yemek yer miydi, ilk dişini ne zaman çıkarmıştı, ne zaman konuşmuştu, hangi oyunları oynamayı severdi acaba? Kimseden öğrenemiyor. İlk yılları silinip gidiyor kendisini, anneliğini ve çocuğunu anlamak için detaylara ihtiyaç duysa da. Hüzün bir parçası oluyor anneliğin. Bunları bildiğimden daha dikkat etmeye çalışıyorum kendime Demir’in bana ihtiyacı olduğu zamanlarda sağlıkla yanında durabileyim diye. Bu blogu yazıyorum ve ona gelişimini anlatan, kendi yaptıklarını ve bizim paylaştıklarımızı özetleyen mektuplar ki kaybolmasın çocukluğu. Annemi özleyerek ve Demir’e sımsıkı sarılarak karşılıyorum bu yılki anneler gününü.

Demir'le Viyana 5-Veda




Zaman Viyana’da da hızla geçti ve tatilimizin son gününe erken bir saatte başladık. Otelimizde kahvaltı ettikten sonra çıkış işlemlerimizi yaptırıp bavullarımızı otelde bıraktık. Otelimize yürüyüş mesafesinde olan Belvedere Sarayı’na gittik. Tatildeki en güzel hava o sabahtı. Biz de yolda ve sarayın bahçesinde rahatça dolaşabildik. Daha sonra Unteres Belvedere’yi özellikle Gustav Klimt’in tablolarını görmek için dolaştık. Demir de farklı ressamların resimlerini görebilsin istiyorduk. Fakat uyku saatine denk gelince Demir uyumayı tercih etti. Biz de resimleri onun sıkılmasından endişelenmeden inceleyebildik. Sergiyi bitirdiğimizde Openheimer’in Die Philarmoniker isimli tablosu ve Laske’nin Das Narrenschieff isimli tabloları Klimt’inkilere oranla daha fazla zihnimizde yer etmişti. Demir’de tam saraydan çıkarken uyandı ve şehir merkezine giderken etraftaki binaları inceledi. Konsoloslukların olduğu caddeden geçerken farklı farklı ülkelerin bayraklarını gördük ve Can Demir’e bunları tanıtmaya çalıştı.


Günümüzün bundan sonraki kısmını Viyana lezzetlerini tatmaya adadık. Tatilimizin ilk gününde isteyip de gidemediğimiz lokantada bu sefer yer bulabildik. Orada şinitzel yemeden dönseydik üzülecektik. Sonra tatlı düşkünlüğümüze yenilip Viyana kitapçığımızın önerdiği Gerstner’de bir dilim pastayı paylaştık abartmamak için.  Demir et yemeyi sevmese de bizimle birlikte şinitzel yedi, tatlıyla arası olmasa da daha isteyerek pastadan yedi. Ağzının tadını biliyor küçük adam:) Viyana’da çok Türk olduğunu bildiğim için tatil boyunca birkaç turist dışında hiç Türkle karşılaşmamış olmak beni şaşırtmıştı.Gerstner’de şaşkınlığım geçti, çünkü garsonumuz Türktü. Bu durumu karşılıklı olarak Demir’in konuşmaları sayesinde tam kalkarken fark ettik ve kendisiyle Türkçe vedalaştık.


Artık Viyana’yla da vedalaşma vakti gelmişti. Can bavulları almak için otele gitti. Biz de Demir’le metroya kadar yavaş yavaş ilerledik. Trenimize binip havaalanına gittik. Dönüş uçağımız büyüktü. Cam kenarındaki 2 kişilik koltuklara 3 kişi oturmak zorunda kaldık. Demir’i uyutacak yerimiz olmadı. Zaten Demir’de havaalanında uyuduğu için uyuyacak halde değildi. Şimdiye kadar “artık demir’le rahatça uçağa binebiliyoruz” diyen ben bu söylemimi “artık Demir’le rahatça uçağa binebiliyoruz, tabii uyursa” şeklinde değiştirdim. Demir’i oyalamak kolay olmadı. O güne kadar televizyon seyretmeyen Demir’e çizgi film açmaya bile razı oldum. Ama Demir hiç ilgilenmedi. Tom’a kedi, Jerry’e de fare dedikten sonra konuşmaya, gazeteleri karıştırmak istemeye, camdan dışarı bakmaya çalışmaya devam etti. Neyse ki Can benden daha sabırlı davranıp onunla vakit geçirmek konusunda başarılı olabildi. İstanbul’a vardığımızda hepimiz yorgunduk. Demir'le ilk yurt dışı seyahatimizden daha zor, kimi zaman keyifli kimi zaman yorucu bir tatil geçirmiştik. Bol bol resim çekip sonradan Demir’e anlatacağımız güzel anılar biriktirmiştik. Darısı gelecek tatillere...   


7 Mayıs 2014 Çarşamba

Demir'le Viyana 4-Hayvanat Bahçesi

Demir hayvanları çok seviyor.Biz de onun bu ilgisini destekleyerek ona hayvan maketleri alıyoruz ve hayvanlarla ilgili hikayeler içeren kitaplar okuyoruz. Bu şekilde tanıdığı hayvanların kendilerini de görmesini istiyorduk. Bu yüzden Viyana tatilimizin ikinci gününde dünyadaki en eski hayvanat bahçesi olan Tiergarten Schönbrunn’a gittik.  Şehir merkezinden metroyla ulaşımı çok kolaydı.
Benim hayvanların sergilendiği alanlara dair zaman içinde farklı hislerim olmuştur. Küçükken Gülhane Parkı'na gitmeyi, orada hayvanlara bakmayı çok severdim. Sirklere de bayılırdım. Ne zaman İstanbul'a bir sirk gelse o büyülü çadırı görmek isterdim. Daha sonra o sirklerdeki hayvanların sergiledikleri davranışları nasıl öğrendiklerini öğrenince sirklerden soğudum. Hayvanat bahçelerinde hayvanların tutulmasına karşı oldum. Bu hayvanat bahçesine giderken de içim rahat değildi. İleride Demir’e hayvan haklarını, hayvanların maddi amaçlar için kullanılmadan özgürce yaşamaları gerektiğini bu ve buna benzer gezilerimize rağmen anlatabiliriz umarım diye düşünüyordum.
Bu hayvanat bahçesinde benim daha önceki deneyimlerimden hatırladığım büyük tel kafesler yoktu. Hayvanlar kendi yaşam ortamlarına benzeyen, açık, geniş alanlarda yaşıyorlardı. Her hayvandan en az iki tane vardı; yalniz değillerdi. Bazı hayvanlar diğer hayvanlarla aynı alanı paylaşıyorlardı. Geyiklerle gergedanlar, keçilerle maymunlar birlikteydiler. Çiftlik hayvanları için gerçek bir çiftlik vardı. Horozlar serbestçe etrafta dolaşırken inekler kendi ahırlarında uyuyorlardı. Kurtlara ormanda büyük bir alan ayrılmıştı ve orada yaşıyorlardı. Bunlar, orası hayvanat bahçesi olsa da hayvanlara saygı gösterildiğini hissettiriyordu. Ama bizim kendi hallerinde yaşadığını gördüğümüz fil ailesinin günün belli saatlerinde gösteri için de kullanılıyor olması bu durumla çelişiyordu. Demir gördüğü çeşit çeşit hayvan karşısında şaşkın,  ama mutluydu. Ağaçtan yaprak yiyen  zürafalar, birbiriyle oynayan ayılar, ağaçlarda dolaşan maymunlar hoşuna gitti. Bize isimlerini söyleyerek neler yaptıklarını anlatmaya çalıştı. Bizon, gergedan ve panda gibi bazı hayvanları ilk kez yakından görmek benim de hoşuma gitmiş olsa da pandanın fotograf makinesinin flaşlarından ve ziyaretçilerin gürültülerinden rahatsız olduğu için kapalı alanındaki camekanlara sırtı dönük oturduğunu öğrenmek beni üzdü. Demir tatilde ve sonrasında orada gördüğü hayvanları saydıkça endişelerime rağmen 'iyi ki gitmişiz' dedim.
Bu gezi sırasında birkaç anne-babanın çocuklarını çocuk taşıma kısmı olan sırt çantalarında (baby carrier backpack) oturtarak taşıdıklarını gördüm. Daha önce hiç bu çantalardan görmemiştim, hoşuma gitti. Taşıyan anne-baba için yorucu olsa da çocuk için hem güvenli, hem eğlenceli bir taşınma yöntemi gibi geldi bana (örnek: http://blog.usoutdoor.com/whats-new/whats-new-osprey-poco-series-child-carriers/). Bir de iki tekerlikli pedalsız bisikletlere biniyordu Demir yaşlarındaki çocuklar. Ayaklarını yere sürerek koşar adım gidiyorlardı. Bu da eğlenceli, aynı zamanda da tehlikeli gözüktü bana. Ama bunu kullanan tüm çocukların kaskı vardı ve bu da tehlikeyi azaltıyordu.
Hayvanat bahçesi gezimizi tamamlayınca yemyeşil bahçelerin, kocaman ağaçların arasından yürüyerek Schönbrunn Sarayı’na gittik. Sarayın dış mimarisi, labirent şeklindeki bahçeleri, büyük mermer çeşmesi ve bahçesindeki heykelleri çok görkemliydi. Demir’in ilgisini ise yerdeki taşlar çekti. Yorgunluktan yere oturup onlarla oynadı.  Saat geç olduğundan saray ziyarete kapanmıştı. Biz de sarayı ziyaret etmeyi bir sonraki Viyana seferimize bırakıp Schönbrunn'dan ayrıldık.

Demir'le Viyana 3-Bir an....Bir an


Tatilimizin ilk gününü keyifli bir şekilde geçirmiştik. Bu şekilde sonlandırabilmek için daha önceden şinitzelini yiyip çok beğendimiz bir lokantaya gidelim istedik. Viyana’nın en iyi yerel lokantalarından biri olan bu lokantanın birbirine yakın olan iki şubesinde de uzun kuyruklar bizi karşılayınca başka bir lokantaya gittik. Demir’i mama sandalyesine kendimizi rahat koltuklara yerleştirdikten sonra siparişlerimizi verdik. Planımız önce Demir’in yemeğini yemesi sonra da bizim rahatlamış bir şekilde kendi yemeğimizi yememizdi. Sonrasında Demir uyur, biz de otele dönmeden günün yorgunluğunu sokaktaki kafelerden birinde oturarak hafifletiriz diye düşüyorduk. Demir yemeğini beğenmedi. Her ne kadar Demir’in kavanoz maması yememesine özen gösteriyor olsak da tatillerde farklı ihtimalllere karşı yanımızda götürüyoruz. Demir yemeğini beğenmeyince kavanoz mamasını açtık, ama Demir onu da beğenmedi. Sonra bizim yemeklerimizin yanındaki patates kızartmalarından istedi. Normal koşullarda patates kızartması yedirmeyen biz aç olduğunu düşünerek verdik. Yemektense onlarla oynamaya başladı. Biz yemeğimizi “aç kaldı, ama ne yapalım, bu akşam da süt içer” sohbetiyle bitirip kalkma hazırlıklarına başladığımız sırada tabağını önünden almamızla ağlamaya başlaması bir oldu. O sırada Can’ın istediği patates kızartmasını Demir’e uzatması, benimse ağladığı için vermememiz gerektiğini düşünmem dolayısıyla geri almamla Demir’in ağlaması şiddetlendi. Ne yaptıysak sakinleştiremedik ve apar topar hesabı odeyip kendimizi restauranttan dışarıya zor attık.  Dışarı çıkınca ortamın değişmesi ve açık havanın etkisiyle sakinleşti Demir ve kısa sürede uyudu. Planladığımız gibi sokaktaki bir kafede oturduk, ama bütün günün yorrgunlupuna bir de Demir’in ağlamasının yarattığı yorgunlık eklenince çabucak kalkıp otelimize döndük.  Bu arada  bütün gün keyifli olan Demir’in bir anda nasıl değiştiğine şahit olduğumuz için şaşkın  ve  onu kolay sakinleştiremediğimiz için üzgün bir şekilde bu davranışın sebeplerini aramaya ve bir daha olursa nasil davranmamız gerektiğine karar vermeye çalıştık. Sabah erken uyanmıştı, gün içinde parça parça uyumuş olsa da uykusunu alamamış olabilirdi. Oturduğumuz yer çok havasız ve loştu. Demir insanları incelemeyi seven ve böyle vakit geçirebilen bir çocuk. Ama lokantada yüzü duvara, sırtı salona dönüktü ve sürekli arkasında olan bitene bakmak için arkasına dönmeye çalışıyordu. Yemekler damak tadına uygun değildi, beğenmemişti. Biz de sakin kalmali, sakin kalmali ve sakin kalmaliydik.

2 Mayıs 2014 Cuma

Demir'le Viyana 2- İlk müze gezisi

Viyana tatilimizin ilk gününde Naturhistorishes Museum'a gittik. Demir’i daha önce iki defa Sabancı Müzesi’ne götürmüştük. İlkinde çok küçüktü. İkincisinde ise uykusu geldiği için gezimizin büyük kısmında uyumuştu. Bu yüzden bu gezi Demir’in ilk müze gezisi sayılabilir. Demir’in arabasını girişte bebek arabaları için ayrılmış bir köşeye bıraktık. Kilitli dolaplara montlarımızı ve çantalarımızdan birini koyarak hafifledik ve dolaşmaya başladık. Farklı renk ve büyüklükteki mineral taşlarına, değerli taşlara ve meteor parçalarına baktık. Demir taşlarla oynamayı sevdiği için bunlar biraz ilgisini çekti. Ama asıl ilgisini çeken hayvanlar oldu. Böceklerden kuşlara, balıklardan kedigillere, fillerden primatlara kadar karada, havada ve suda yaşayan; doldurulmuş veya maket olarak gerçek boyutlarında yapılmış bir sürü tür vardı. Fosillere de yer verilmişti. Bazı hayvanları uzun uzun inceledik, bazılarına Demir korkup bakmak istemediği için bakamadık. Bazen hayvanlarla ilgili Demir'e kısa bilgiler vermeye çalıştık, bazen de  bazı hayvanları biz de ilk defa görmüş olduğumuz için haklarında yazılan herşeyi okumaya uğraştık. (Uzun zamandan sonra Almanca metinleri okumak ve anladığımı görmek benim için keyifliydi.  Her bilginin İngilizce tercümesi de yazılmış olduğu için arada o kısımlardan yardım almak ya da Almanca’yı doğru anlamış mıyım diye test etmek mümkün oldu:)). Demir her ne kadar dinazorları daha tanımıyor olsa da hareket eden dinazor maketi onu şaşırttı. 
Müzede sergilenenlere ek olarak müzenin mimarisi de beni çok etkiledi. 19. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş olan bina yüksek tavanlı salonları, büyük mermer merdivenleri ve iç dekorasyonuyla etkileyiciydi. Demir müzeye gelmeden önce uyumuş ve yemeğini yemiş olduğu için yaklaşık 1,5 saat rahatça dolaşabildik. Bu sürede Demir bazen yürüdü, bazen benim veya babasının kucağında etrafı inceledi ve bizi yönlendirdi. Bebek arabasında olsaydı taşların çoğunu göremezdi, ama sanırım büyük camekanların içindeki hayvanları veya dışarıdaki maketleri rahatça görebilirdi. Çıkıştaki hediye dükkanından Demir'in hayvan arkadaşlarına bir papağan ekleyerek gezimizi sonlandırdık.


Demir'le Viyana 1- Medeniyet

Demir'le ikinci yurt dışı seyahatimizi gerçekleştirdik. İstikametimiz bu sefer Viyana'ydı. Birkaç yıl önce gitmiş; gezmiş gezmiş bitirememiş;  " biz buraya yine gelelim" demiştik. Daha önceden gitmiş olduğumuz bir şehri tanıdığımız için  Demir'le orada gezmek kolay olur diye düşünüp 25 nisan sabahı havaalanına doğru yola çıktık. Demir'i normalde uyandığı zamandan saatler evvel uyandırmak içimize sinmedi, ama uçakta uyur diye düşündük. Demir uçak kalkana kadar havaalanındaki uçakları, bavul taşıyan arabaları, gözetleme kulesini ve yolcu taşıyan otobüsleri seyredip hepsini bize anlattıktan sonra çabucak uyudu ve 2,5 saate yakın olan yolculuğun büyük kısmını uyuyarak geçirdi.  Viyana'ya varınca keyifli bir şekilde uyandı. Pasaport kontrolu için terminale girdiğimizde giden yolcu ve gelen yolcuların aynı terminalde olduklarını görüp kısa bir şaşkınlık yaşadık. Bavullarımızı aldıktan sonra 16 dakikada bizi şehir merkezine götürecek olan trenimize bindik. Tren tabii ki tam zamanında geldi. Hem bavulumuzu hem Demir'in arabasını koyabilecegimiz, ve o arabasındayken onun karşısında oturabilecegimiz bir yeri kolaylıkla bulup yerleştik. Trenden inip aktarma yaparak metroya bindik. Otelimize vardığımızda bizi hoş bir süpriz karşıladı: Şimdiye kadar kaldığımız oteller içinde ilk defa birinde Demir'in yatağı odamızda hazır bizi bekliyordu. Kısa sürede odamiza yerleşip sırt çantalarımızı hazırlayıp Demir'in bezlerini ve kıyafetlerini arabasının altındaki bölmeye yedekleyip Viyana'nın caddelerini keşfe çıktık. Üç günlük tatilimiz boyunca  detaylarını daha sonra yazacağım farklı yerleri gezerek Demir'in ve bizim ilgi alanlarımız doğrultusunda şehrin tadını çıkarmaya çalıştık. Bu süre zarfında kalabalıktan bunalmadan rahatlıkla toplu taşıma araçlarını kullanabildik.  Metro ve tren istasyonlarında yaşlı olmadığı veya bebek arabası olmadığı halde asansörlere binmek için itişip kakışanlar dolayısıyla dakikalarca sıra beklememiz gerekmekti. Yemek yediğimiz her restaurantta  mama sandalyesi bulabildik. İstanbul'da her yere taşıdığımız İkea mama sandalyemizi hiç aramadık. Kaldırımlarda Demir'in arabasını hoplatıp zıplatmamız gerekmekti. Her yerde engellilerin araçları ve bebek arabaları için olması gereken rampalar mevcuttu. Trafik ışıklarına uyan ve ışık olmasa da çocuk arabamız dolayısıyla bize yol veren şoförler sayesinde endişe etmeden caddeleri geçebildik. Temiz umumi tuvaletlerde bebek bakım ünitelerini kullanıp Demir'in  altını üstünü değiştirebildik. Demir tatilin ilk akşamı yemek yediğimiz lokantada çok ağladığında bir de diğer masalarda yemek yiyenlerin müdahaleleriyle uğraşmak zorunda kalmadan Demir'i sakinleştirmeye odaklanabildik; çünkü lokantadaki diğer herkes etrafıyla ilgilenmeden ve kimseye karışmadan kendi yemeğini yiyor ve sohbet ediyordu.  Yollarda bebeklerini bisikletlerin arkalarında taşıyarak dolaşabilen anne ve babaları görerek onlara imrendik. Trafiğe kapalı yeşil alanlarda dolaştık ve Demir'in taşlarla oynamasını seyredebildik. Müzelerde Demir'in çocuk arabasını birine emanet etmeden veya bir dolaba saklamaya ihtiyaç duymadan girişte öylece bırakabildik. Fotograf çekmenin yasak olduğu salonları gezerken fotograf çektiği için kimseyi uyarmamız gerekmedi.  Medeni bir şehirde, medeni insanların arasında tatilimizi yapıp gerçek hayata geri döndük.