30 Aralık 2015 Çarşamba

Neler oldu neler?

Yazamadım bir süredir bloguma. Ama tezimi yazdim bu arada ve sonunda bitirdim. Doktoraya başladiğımda kafamda çok net bir planım vardı. Derslerimi çabucak tamamlayacak, yeterlilikten sonra çiftdillilikle ilgili bir tez hazırlayacak, bir süre yurtdışında kalıp verilerimi toplayacak ve kısa sürede mezun olacaktım doktor ünvanını alarak. Derslerimi çabucak tamamladım gerçekten. Ve bu, planın gerçekleşen tek kısmı oldu. Yeterliliğe ilk girdiğimde kaldım. Sonra tez önerimi hazırlarken annem hastalandı. Böylece yurtdışı planlarım rafa kalktı. Annem vefat etti 8 ay içinde.Demir geldi. Demir ile benim içimden başka bir Hale çıkıverdi. Başlarda Demir'i kimseye bırakamamaktan, sonralari fiziksel olarak bırakabilsem de kafamda bırakamamaktan dolayı 6 aylık tez izleme jürilerinden önce atağa kalkan geri kalan zamanlarda rölantide duran bir tez yazma süreci uzun zaman devam etti. Bazen bırakmanın eşiğine geldim. Sonra yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak gittiğim üniversitede bir derse girip, "ben bunu yapmak istiyorum" dedikçe  direndim. Neyse ki sonunda benimle birlikte her yere gelen tezim artık cildinde ve belki de bir makalede duracak. Benim üstümden de yükler kalktı; bir hafifledim bir hafifledim. Bazen "şimdi ne yapacaksın?" diye kendi kendime sorsam da ve çoğu zaman bu soru çevremden gelse de cevap bulmaya uğraşmıyorum. Öğrendim ki herşey planlandığı gibi gitmeyebiliyor. O yüzden acelem yok ve biraz da durma isteğim var.

Yazı yazamadığım sürede Demir'in ve dolayısıyla bizim hayatımızda neler oldu neler? Demir okuluna iyice alıştı. Babasının okula bıraktığı sabahlarda ağlamıyor artık hiç. Nadiren benim götürmem gerektiği sabahlarda ise ağlıyor, ama çabuk toparlanıyor. Biz Can'la ilk veli toplantımıza gittik ve Demir'in okul hayaına dair tahmin ettiğimiz, bu yüzden bizi şaşırtmayan detaylar öğrendik. Uzun zaman bir kenardan gözlem yapıp etkinliklere katılmadığını, ama katılmaya başladığında gözlemleyerek öğrenmiş olduğunun ortaya çıktığını; öğretmenlerinin yönlendirmesine ve güdülemesine ihtiyaç duyduğunu; duygusal olup bazen ağlamaya başladığını; alışık olmadığı durumlardan rahatsız olduğunu; Almanca'yı sevip hızla öğrendiğini; tek başına oynamayı tercih ettiğini duyduk. Öğretmenleri anlatırken gözümün önüne geldi bir kenarda sessizce duran Demir ve gözlerim doldu ister istemez (öğretmenleri öğrenmişlerdir duygusallığının kaynağını böylece). Düzen konusunda takıntılı olduğunu öğrenmemiz ise bu toplantıda bizi en çok etkileyen bilgi oldu. Bahçedeki arabalar düzenli dursun istiyormuş; arkadaşları ayakkabılarını dolaplara yerleştirsinler istiyormuş; oyuncakların yeri değişmesin istiyormuş. Bu düzen bozulduğunda ise huzursuz olup düzeltmeye çalışıyormuş. Endişelendik Can'la. Bu tip takıntılı davranışların stresle tetiklendiğini düşündüğümden okula alıştıkça kaybolacaklarını düşündüm. Neyse ki öyle de oldu. Artık daha rahatmış bu konularda. Kendimi de sorguladım biraz, Demir doğduğundan beri ritüeller ve kurallar konusundaki katı tutumumdan kaynaklanıyor olabilir mi bu davranışlar acaba diye. Geçenlerde bir kitabı bulamayınca benim gösterdiğim tepkileri gösterip inatla ve sinirli bir şekilde onu bulmak konusunda ısrar ettiğini gördüğümde kendimi gördüm onda; ve korktum. Bazen bir şeye kızdığında da kaşlarını çatıp sert sert konuşuyor. Yine kendimi görüp korkuyorum. O yüzden biraz esnemeye karar verdim. Şimdi bir şey yerinde değilse "olur öyle, sorun değil, bırakalım kalsın" demeye çalışıyorum. Daha sakin davranmaya uğraşıyorum. Ama henüz pek başaramıyorum. Demir arkadaşlarından daha sık, okulda yaptıklarından daha az bahsediyor artık. Hangi arkadaşının kardeşinin olduğu, hangisinin olmadığı merak konusu onun için. Her gün okulda yediği meyveyi tahmin etmece oynuyoruz arabada. Geçen gün  buradan yola çıkarak "nesi var?" oynamaya başladık. Okulda Noel'i kutladılar. Ondan önce de Noel pazarı gerçekleştirdiler. Sahneye çıktı bütün okuldaki öğrenciler. Demir'ler de en küçük oldukları için en öndeydiler. Elini kolunu sallaya sallaya şarkılar söyledi. Benim yine gözlerim doldu tabii ( kabul ediyorum, bundan daha fazlası oldu :)). Sosyal hayatı da renklendi artık.İlk kez sinemaya gitti, Snoopy filmine.Ben çok istesem de çalışmam gerekiyordu; babası paylaştı onunla bu güzel anı. Biraz sıkılmış film uzun olduğundan, ama seyretmiş sonuna kadar. Bir kere de tiyatroya gittik. Onu da zevkle izledi. Yılbaşı ağacımızı yaptık bu sene de. Bana geçen seneye oranla daha çok yardım edebildi. Güzelce süsledik birlikte. Bir de aile bireylerine hediye olsun diye kağıt rulosundan yılbaşı ağacı yaptık. Ama sanırım okulda da böyle etkinlikler yaptıklarından çok ilgisini çekmiyor artık evde bunları yapmak. Ben de yeni etkinlikler hazırlamak için vakit bulamadığımdan şu aralar oyun oynuyoruz ve kitap okuyoruz genelde. Bir de soru kartlarımız var Demir'in severek cevapladığı; onlarla vakit geçiriyoruz. Arada okuldan geldiğinde kahvaltıda yiyebilmesi için kek ve kurabiye pişiriyoruz birlikte. Ama yumurta alerjisi devam ettiği için fazla yapmamaya çalışıyoruz. Bir de alerjik bronşiti başladı. O yüzden akşamları alerji şurubu içiyor düzenli olarak. Öksürmeye başladığında da maskeyle soluyor ilaçlarını. Başlarda üzüldüm bu hastalığa, ama alıştık sonra. Astıma dönmemesi için çabalamak dışında yapabileceğimiz bir sey yok ne yazık ki. Bu süreçte de bazen sorguladım yine kendimi. "Acaba daha çok anne sütü alsaydı böyle sağlık sorunları olmaz mıydı?" diye.  Sonra kendi kendine emmeyi bıraktığını düşünüp teselli buldum kendimce. Bu sorgulamalar hiç bitmeyecek sanırım. Ama belki yeni yılda azalırlar. Demir'le birlikte daha çok gülücük, keyif, mutluluk ve eğlence paylaşacağımızı umduğum yeni yılda.

5 Kasım 2015 Perşembe

Okula sızdım sonunda- Aile etkinliğimiz

Bir kuş olup Demir'in okuluna gitme isteğim gerçekleşemeyecek olsa da Demir'in sınıfına sızmayı başardım. Bu hafta okulda aile etkinlikleri başladı.Ben de Demir'in sınıfına giren ilk anne olma şansını yakaladım böylece. Salı günü etkinliğimizi gerçekleştirdim. Sabahtan itibaren çok heyecanlıydım. İlk defa bir aile etkinliğine katılacaktım. Demir'in arkadaşlarıyla tanışıp onlarla oynayacaktım. Benim için büyük bir olaydı. Dönem başında verdikleri bir formda ne tür etkinlikler yapabileceğimizi sormuşlardı. Ben de Demir'le kukla oynatmayı sevdiğimiz için 'kukla' diye yazmıştım. Öğretmenleri de bu seçeneği seçmişler. Fakat şu sıralar kırık olan parmağım (evet, sol elimin işaret parmağını kırdım) bu etkinliği gerçekleştirmeme izin vermeyince ben de çocuklara Demir'in okumayı sevdiği "Kedi Adası" kitabını okudum. Çoğu ilgiyle dinledi, merakla kitabın sayfalarını takip etti. Sonrasında da da kedi şeklinde hazırlattığım keçeden kuklaları süsleyip biraz oynattık. Etkinliğimiz çabucak bitti. Sınıfa ilk girdiğimde Demir süt dökmüş kedi gibi ellerini bacaklarının üzerinde birleştirmiş dolu dolu gözlerle bakıyordu. Nedenini hala  düşündükçe anlayamıyorum. Ama sonra açıldı, kediyi süslerken tüm stikerları bana açtırmaya çalıştı. Sonra da torbadaki kuklalardan birkaç tane daha almak istedi. Ben giderken onlar da bahçeye çıkacaklardı. Ayakkabılarını giydirmemi isteyerek ağlamaya başladı.  Ben de ona akşamüstü onu almaya geleceğimi söyleyerek onu bırakıp çıkmak zorunda kaldım. Güzel başlayan günü gözyaşlarıyla devam ettirdik böylece. Eve dönerken kendi anaokulu günlerimi ve arkadaşlarımı düşündüm. Çoğuyla ilkokulu da birlikte okumuştuk. Yıllar sonra geçen sene birbirimizi tekrar bulmuş ve o güzel günlerimizi anmıştık. Hepimiz birbirimizin ilk arkadaşı olduğumuz için birbirimiz için değerliydik ve çocukluğun saflığıyla kurduğumuz arkadaşlıkların özlemi içinde hasret giderdik. Birkaç hafta sonra ikinci kez buluşacağız. Demir' in sağlam dostlukları, kıymetli arkadaşlıkları olsun isterim. Belki de bunların temelleri bu günlerde atılmaktadır, kim bilebilir ki!

2 Kasım 2015 Pazartesi

Demir okullu oldu - 3- Beklenen oldu

Demir 3. haftanın sonuna dağru okula iyice alıştı. Can'ın götürdüğü sabahlardan birinde onun dışarıda kalmasına ve Demir'in içeriye tek başına girip öğretmenine süpriz yapmasına karar vermişler. Demir de böylece her sabah bu planı uygulayarak ağlamadan sınıfına ve öğretmenine gitmeye başladı. Bu bizi tabii ki çok rahatlattı. Ben onu okuldan almaya gittiğimde ise öğretmeninin arkasına saklanmaya ve bana süpriz yapmaya devam ediyor. Bir de bahçede kısa bir saklambaç oyunu oynuyoruz her gün arabaya binmeden önce. Bazı günler keyifle anlatıyor yaptıklarını bazı günler ise hiç bahsetmek istemiyor. Ben de çok merak etsem de zorlamıyorum. Geçenlerde ilk göster-anlat etkinliği vardı. Bu etkinlik için evden bir eşyayı veya oyuncağı okula götürüp arkadaşlarına anlatması ve onların sorduğu soruları cevaplaması gerekiyor. Demir bir oyuncağını bağlamak için teyzelerinden aldığımız yün ipliği götürmek istedi. Espirili ve neşeli bir şekilde anlatmış öğretmeninin söylediğine göre. Cumhuriyet Bayramı ile ilgili konuşurlarken de öğretmenine babasıyla İzmir Marşı'nı söylediklerini ve cumhuriyet ile Atatürk'ü oradan duyduğunu anlatmış. Çocukların Cumhuriyet ile ilgili söylediklerinin yazıldığı panoya Demir'in sözleri asılınca tüm öğretmenleri çok eğlenmiş anladığım kadarıyla. Bundan sonraki gün de beklenen oldu. Onu okuldan almaya gittiğimde sesi kısılmıştı. O akşam ateşlendi, kabuslar gördü, kustu. Bu hallerine alışık olmayınca biz de biraz panikledik. Ertesi gün okul yarım gündü ve bayram kutlaması vardı okulda. Ama sabah onu uyandırmadık. Uyandığında da halsizdi ve öksürüyordu. Çok hevesli olsa da kutlamayı kaçırdı ne yazık ki. Sonrasında bayram tatili, haftasonu tatili ve yarınki seçim sonrası tatil birleşince hastalığıyla tatil denk gelmiş oldu. Ben hastalanacağını bilsem de bunun hastalık ile okula gitmeme arasındaki bağı kurmayacağı bir şekilde olmasını veya okula iyice alıştıktan sonra bunun olmasını umuyordum. Bu bakımdan hastalığının tatile denk gelmesi iyi oldu. Şimdiki endişem: Altı gün aradan sonra salı günü okula nasıl gidecek, tekrar ağlaycak mı acaba?Umarım biraz olsun okulu özlemiş olur da başa dönmeyiz tekrar.

Nerede bir etkinlik orada biz :)

İstanbul'da yaşamanın sevdiğim yönlerinden biri festivalllerin ve sanat etkinliklerinin varlığı. Demir'i de onlarla tanıştırmaya çalışıyoruz mümkün olduğunca. Bunlardan birine eylül ayında Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nde katıldık. Avustralya Çocuk Sirki tarafından sergilenen The Flying Fruit Fly Circus gösterisiydi. Demir yaz boyunca tiyatrolar olmadığı için bir süredir tiyatroya gitmemişti. Daha öncesinde gittiği gösterilerde de karanlıktan ve yüksek sesli müzikten korkabiliyordu. O yüzden gösterinin başında Can ile biraz endişeliydik. Daha önceden Demir'e gösteriyi çocuk sirki olarak biraz anlatmıştım. Kedilerin yaptığı bir sirk gösterisiyle ilgili bir hikayeyi anlatan Kedi Sirki kitabını okurken de gösteride çocukların benzer akrobatik hareketler yapacaklarından bahsetmiştim. Bunlar sanırım biraz onu hazırlamıştı. Severek ve ilgiyle seyretti gösteriyi, hiç korkmadı. Can'la ben de arada onun tepkilerini kontrol etsek de biz de keyifle seyrettik. Sonrasında en çok neyi beğendiğimizle ilgili konuşurken en çok tabakların çubuklar üzerinde dönmesini beğendiğini söyledi, bir de kuzuları. Ben de umarım evde tabakları çevirmeyi denemez diye düşünmekten kendimi alamadım.
Bir diğer katıldığımız etkinlikte İstanbul Kukla Festivali çerçevesindeydi. Bu yıl 18.si yapılsa da ben birkaç senedir bu festivali duyuyordum. Can ile birkaç kez gitmek istesek de fırsat bulamamıştık. Bu sene bu fırsatı yarattık Demir sayesinde. Birçok ülkeden kukla gösterilerinin yer aldığı festival boyunca birkaç alışveriş merkezinde 20 dakikalık ücretsiz gösteriler düzenleniyor. Bunun dışında bazı sanat merkezlerinde daha uzun ücretli gösteriler bulunuyor. Ücretsiz gösterilerin ne kadar kalabalık olacağını kestiremediğim için bir cuma günü Demir'i okuldan biraz erken aldım. Rus bir topluluk tarafından sunulan The Fifth Wheel isimli ipli kukla gösterisine katıldık birlikte. Birçok farklı kültürden dans ve müzik gösterileri içeren gösteri Demir'in ilgisini çekti. Bazen benim kucağımda bazen koltuğunda oturarak seyretti. Kuklaları oynatan abi ve ablanın hangi dilde konuştuklarını merak etti anlamadığı dilde şarkılar duydukça. Bittiğinde ise üzüldü, yine gelmek istediğini söyledi defalarca. Ben de çok sevdim. Farklı eğlenceli müzikler dinlemek, onlara ayak uydurabilen kuklaları seyretmek keyifliydi. Üzüldüğüm tek nokta salon çok boştu; sadece 20 kişiydik. Belki haftasonları daha kalabalık oluyordur, ama bu kadar az ilgi gösteriliyor olması yine de beni üzdü. Kukla zengin bir geçmişe dayanan bir sanat ve bizim kültürümüzde de yeri var. Ayrıca çocukların da çok hoşuna gidiyor. Gösteriyi seyreden tüm çocuklar çok eğlendiler. Daha çok duyurulması gerekiyor belki de. Bundan sonra her sene takip etmek istiyorum bu festivali. Umarım ilgi de giderek artar ve güzel gösteriler seyredebiliriz.

1 Kasım 2015 Pazar

Bayram Tatili- Torino

Ben Torino'daki ilk sabahımıza oldukça erken başladım. Katılacağım kongre saat 8:30'da başlayacağı için ve ben de üniversitenin yerini bilmediğim için erkenden düştüm yollara. Günlerden cumartesi olmasının da etkisiyle bomboş olan sokaklarda bazen etrafı seyrederek bazen de haritamı kontrol ederek dolaştım. Bir binanın önünde gördüğüm kalabalığı kongre kalabalığı sandım. Yaş ortalaması 65-70 olan bu grubun opera bileti için sıraya girmiş olan bir kalabalık olduğunu öğrenip bu durumun şaşkınlığıyla yolumu aramaya devam ettim ve kısa sürede üniversiteyi buldum. Kongre bana iyi geldi. Birçok akademik çalışma dinlemeyi, kendi çalışmam ile ilgili birkaç araştırmacıyla sohbet etmeyi özlemişim.  Ben kongredeyken Demir ile Can da İtalyan Araba Müzesi'ni gezmişler ve şehrin büyük bir kısmını dolaşmışlar. Kongre çıkışı ben de onlara katıldım. Po nehri kıyısında Demir'le hasret giderip sonrasında yemek yedik keyifli büyük bir meydan olan Piazza Vittorio Veneto'da. Demir heyecanla bana gördüğü arabaları anlattı. Babasıyla bütün günü geçirmiş olmanın etkisiyle keyfi yerindeydi.
Ertesi gün dinlemek istediğim bir konuşma olduğu için ben yine erkenden kongreye gittim. Konuşmadan sonra Can'ı aradığımda daha yeni uyanmışlardı. Bu durumu fırsat bilip bir konuşmaya daha katıldım. Böylece umduğumdan fazla faydalanabildim kongreden. Sonrasında da başladık şehirde gezmeye. Özlediğim ve sevdiğim gibi bir şehirdi Torino. Dar sokakları, eski güzel binaları, sanat kokan meydanlarıyla beni etkiledi. Daha çok vaktimiz olsaydı gezmek istediğim birkaç müze (Egyptian Museum ve National Cinema Museum) vardı, ama sadece binlarını görmekle yetindim. Gezdiğim her şehri bir kez de tepeden görmeyi sevdiğim için Torino'yu da yüksekten göreceğim noktayı belirleyip Demir'in arabasını itmenin zorluğuna yenilmeden çıktık hep birlikte. Hava kararmak üzereyken seyrettik sehri. Bir akşam önce yemek yediğimiz lokantada yerel yemeklerden  tajarinin tadına baktım, Demir de pizzasını afiyetle yedi. Sonrasında Demir'e son dondurmasını yedirip şehrin en eski kafelerinden biri olan Cafe San Carlo'da bicerin içip bir İtalya macerasının daha sonuna geldik. Can'la genel kararımız bir süre İtalya yerine başka ülkelere gitmek yönünde, ama belli de olmaz. Mimarisiyle, insanıyla, kültürüyle, yemekleriyle her an bizi çağırabilir bu çok sevdiğimiz ülke.

20 Ekim 2015 Salı

Bayram tatili- Como Gölü kıyısında

Milano deneyimimizden sonra ertesi gün sabah erkenden kalkıp kahvaltıdan sonra elimizde bavulumuzla tren istasyonun yolunu tuttuk. Metrobüsleri aratmayacak derecede kalabalık olan metronun haline Demir çok şaşırdı. Bir de metro kisa sureli olarak bozulup durunca yolcularin arasında sıkışıp kaldı. Neyse ki huzursuz olmadı ve meraklı bakışlarla kalabalığı inceledi. Seyrettiğim felaket filmlerinin etkisiyle metro tamir edilemez de dillerini bilmediğimiz bu insanların arasında kalırsak ne yaparız diye düşünmeye başlamıştım ki metro tekrar çalışmaya başladı. İstasyona vardığımızda bizi Como Gölü'ne götürecek olan trenimize çok az zaman kalmıştı. Bavulumuzu emanete bırekıp koşarak yetiştik trene.Sohbetle başlayan yolculuğumuz trenin camından etrafı seyretmemizle devam etti. Sonunda göl de gözüktü. Trenden Menaggio'da indik. Kısa bir yürüyüşten sonra Como Gölü'nün kıyısındaydık. Sahildeki vapurlardan birine binerek keyifli bir yolculukla Bellagio'ya gittik. Yaşlı Amerikalı turistlerin izdihamına uğramış olan köyü dolaşıp Menaggio'ya geri döndük. İki  köyün de sadece sahil şeridini gezebildik. Dar ve yüksek merdivenler diğer kısımlarına erişmemizi engelledi. Ama masmavi göl ve yeşyeşil Alpler (tepelerinde biraz kar vardı) o kadar dinlendirici ve güzeldi ki bize yetti. Sahildeki evler, kıyıdaki küçük kafeler ve banklar, göldeki kanolar, tekneler bu manzarayı tamamlıyordu.  Bana kalsa orada bir bankta bütün gün oturabilirdim. Ne yazık ki buna vaktimiz yoktu, ama yaşlılığımızda buraya tekrar gelip bir bankta tüm gün oturma sözünü Can'dan aldım. Yemeğimizi ve tabii ki dondurmamızı yiyip dönüş yolculuğumuza başladık. Menaggio'dan tekrar Milano'ya dönüp Torino trenini yakalamamız gerektiği için Can geç kalabiliriz endişesiyle biraz huzursuz oldu. Ama trenimiz tam zamanında Menaggio'ya gelip Torino treni de biraz rötar yapınca rahatça yetiştik. Demir biraz huysuzlandı trende. Ama bütün günün yorgunluğu düşünüldüğünde normaldi bu.


Torino'ya vardıktan sonra kısa bir süre yürüyüp otelimizi bulduk. Napoli'de yaşadığımıza benzer bir şok yaşadık yine. Otelimiz Torino'nun salaş bir kısmında bir apartmanın üçüncü katındaydı. Yakınlardaki bir lokantada Demir'e akşam yemeğini yedirip hemen otelimize döndük. Keyifli ve uzun bir gün olmuştu. Demir çabucak uyudu. Ertesi sabah erken kalkıp kongreye gidecektim. "Sabah buralar ne kadar güvenlidir acaba?" diye düşünürken yorgunluktan bayılırcasına uykuya daldım.

16 Ekim 2015 Cuma

Demir okullu oldu-2

Demir'in okul serüveni devam ediyor. Bu hafta 3. haftası. Sabahları okula gidene kadar genelde her şey yolunda oluyor. Bazı sabahlar zor uyanıyor , bazı sabahlar ise daha biz onu uyandırmadan kalkıyor. Artık okula Can'la gidiyor. Yolda babasıyla vakit geçirip sohbet etmek hoşuna gidiyor. Okula vardığında ise öğretemeni onu kapıdan almaya gelene kadar gözleri doluyor, ama çok ağlamıyor. Sınıfa gittiğinde ise kolayca sakinleşip oyunlara dalıyormuş. Bir de "15'te beni almaya gelin, tamam mı ?" diyor babasına veya bana. Ya onu okulda bırakacağımızdan korkuyor ya da süreci kontrol ediyormuş gibi hissediyor böyle söyleyince. Okulda ise anladığım kadarıyla keyfi yerinde. Arkadaşlarından bahsediyor, kısa kısa oynadıkları oyunları anlatıyor. Spor ve jimnastik dersleri ona ilginç geliyor sanırım, onlarda yaptıklarını anlatıyor. Jimnastik öğretmeni abla renkli küçük halılar getirmişti, spor öğretmeni amca küçük potalar hazırlamıştı. Geçen gün tiyatro seyrettiler okulda. Bir sürü hayvan varmış oyunda. Yemeklerden bahsetmeyi sevmiyor, ama ne meyve yediğini ve meyveyle beraber süpriz kek varsa onu söylüyor. Ben de mümkün olduğunca programını takip etmeye çalışıyorum. Hangi gün ne dersi varsa onunla ilgili sorular soruyorum. Tiyatro gibi etkinlikleri önceden ona haber veriyorum. Göster-anlat etkinliklerine başladılar. Okula bir nesne getirip onu sınıftakilere tanıtacaklar. Bu etkinliğin hangi günlerde olduğunu takip edip "kim ne getirdi?" diye soruyorum.  Anlatıyor birazcık. Bir de "ich möchte wasser" diyerek beni benden alıyor. Tabağı da öğrenmiş "teller teller" dedi dün babasının verdiği tabağa. 
Ben de daha iyi hissediyorum. Cuma günleri okul çıkışında geziyoruz birlikte, ikimize de iyi geliyor. Bir kuş olma isteğim hala devam ediyor. Ama evde onu düşünmeyi bırakıp ders çalışabiliyorum artık. Yarın bir arkadaşımla buluşacağım, gezmeye de başladım yani. Bunlar olumlu gelişmeler. Olumsuz olanlar da var ne yazık ki. Sanırım Demir üzerindeki kontrolümü kaybediyorum gibi hissettiğim için başka konularda fazla  kontrolcü olmaya başladım. Yemek konusunu yine büyütüyorum. Hem okulda aç kalacak, yeterince vitamin alamayıp hastalanacak diye korktuğumdan evde yediklerini kontrol ediyorum. Bu korkumla ilişkili olarak yemeğini kendin yesin diye diretiyorum ki bu her şeyi daha da zorlaştırıp ilişkimiizi yıpratıyor. Hem de erkene çekmeye uğraştığımız uyku saati konusunda fazla takıntılı davranıyorum. Saat 9'da yatakta olması için fırtınalar estiriyorum, birkaç dakika geç kalsak söylenmeye başlıyorum. Iyi yapmıyorum, biliyorum. Bu halimi tanıyorum Demir'in ilk bir yılından ve hiç sevmiyorum. Demir'i ve onunla ilgili süreçleri kontrol etmeye çalışırken kendimi kontrol edemiyorum. Ama farkındayım en azından. Çabalayacağım ve zamanla hafifleyecek bu durumlar. Okul günleri normalleşecek hepimiz için.

2 Ekim 2015 Cuma

Bayram tatili- Milano

Bu yılki kurban bayramı tatilinde bir taşla iki kuş vurup hem benim katılacağım bir kongre için hem de gezmek ve yemek için İtalya'ya gittik Demir'le. İlk durağımız Milano oldu. Yağmurlu bir hava karşıladı bizi. Demir'in arabasının yağmurluğunu unutmuş olduğumuzu böylece fark ettik. Otelimize vardıktan sonra önce bir market bulup Demir için süt ve meyve alışverişini yaptık. Ardından da makarna ve pizza için otelin yakınlarındaki bir restauranta gittik. Gerçekten lezzetli olan yemeklerimizden sonra erkenden yatıp ertesi güne hazırladık kendimizi. Neyse ki sabah güneşli bir güne uyandık. Demir ne yiyebilir acaba diye uzun uzun düşündüğümüz kruvasanlı kahvaltımızdan sonra düştük yollara. Metro istasyonlarında asansör olmamasının şokunu yaşayıp Demir'in arabasıyla merdivenleri inme ve çıkma savaşları verdikten sonra şehrin merkezine vardık. Gösterişli vitrinler, tanınmış mağazalar ve yüksek rakamlı etiketler ile her yer buram buram alışveriş kokuyor gibi geldi bana. Milano Moda Haftası'na denk geldiğimizden habersiz bir defilenin çıkışına yakalandık. Ellerinde fotoğraf makineleriyle paparaziler boyları ve kıyafetlerini göz önünde bulundurarak manken veya sosyete güzeli olduğuna karar verdiğimiz kadınların fotoğraflarını çekiyorlardı; bazıları ayakkabılarına odaklanıyordu. Can da makinesiyle bu anı belgeledi  (Bu tatilin bizim için farklı olan taraflarından  biri ailemizin fotografçısının bu sefer ben değil de Can olmasıydı. Tatil boyunca "şunu da çeker misin? Bak, bu sokak ne güzel, bizi çeksene" diyerek talimat vermekten geri kalmadım tabii bu durumda). Milano kitapçığımızın bizi yönlendirdiği sokaklarda başladık dolaşmaya. Birkaç kilise gördük.Parkın içindeki çocuk bahçesinde Demir bol bol oynadı, tırmandı, akrobatik hareketler yaptı, düşerek beni korkuttu. Tüm tatil boyunca en çok bu an mutlu oldu sanırım. Çok eskiden hastane olan üniversite binasını gezdik. Az sayıdaki kanalları dolaştıktan sonra Demir'i şimdiye kadar binmediği tek ulaşım aracı olan tramvaya da bindirerek şehrin simgesi olan katedralin (The Duomo) olduğu meydana vardık. Demir uyuyunca biz de kalabalığın içinde biraz dolaştık, yemek yedik. Vittorio Emanuelle II Galerisi'ni gezdik. Galerinin tabanındaki boğaya ayağımı koyarak kendi etrafımda dönüp dilek dilemeyi ve "bu ne pahalılık, değer mi hiç?" diye vitrinlere yorum yapmayı atlamadım. Sonra Demir uyanınca Milano'nun özel lezzetlerinden  panzerotti (içinde mozarella ve domates olan kızarmış hamur) yedikten sonra katedralin içini dolaştık. Gelato molasının ardından şehrin sokaklarını adımlamaya devam ettik. Sforzesco Kalesi görkemiyle bizi çok etkiledi. Arkasındaki büyük parkta ördekleri seyrettikten sonra Piazza Cadorna'ya vardık. Yakınlarda bir kafede oturup spritzlerimizi içtik. Demir akşam yemeğini yedikten sonra Milano'nun gece halini de görüp otelimize döndük.  
Milano'da hiç müze gezemedik. Tatilimize başlamadan önce dersimizi iyi çalışmadığımız için Leonardo da Vinci'nin 'Son Akşam Yemeği' tablosunu da göremedik. Kitaptan öğrendiğimizde çok geç kalmıştık rezervasyon yaptırmak için. Genel olarak Milano diğer gezdiğimiz İtalyan şehirlerine oranla çok farklı geldi bana. Şık, tarih yerine alışveriş kokan, sevdiğim ufak balkonlu az katlı binaların yerine vitrinlerle dolu büyük gri binalar içeren, dar sokakların yerine geniş caddeleri olan sanayileşmiş görüntüsüyle bana İtalya'da olduğumu hissettirmeyen bir şehir olarak yer etti hafızamda.

Demir okullu oldu

"Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz". Birkaç gündür zihnimde sürekli bu şarkı dolaşıyor, çünkü Demir okula başladı.  Eve yürüme mesafesinde olan, sabahları erken kalkmadan kahvaltısını yaptıktan sonra esnek bir saatte gidebileceği, biraz oyun oynadıktan sonra da dönebileceği bir okul hayal ediyordum Demir'in ilk anaokulu olarak. Fakat diğer bir sürü kriteri de göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir okul bulamayınca bu hayalimden vazgeçtim. Can'ın işyerinden arkadaşlarının referansıyla gittiğimiz, içimize sinen, evden arabayla 30 dakikada ulaşabildiğimiz;  sabah ve akşam saatleri belirgin olan; kahvaltısını, öğle yemeğini, meyvesini yediği; öğle uykusunu uyuduğu, Almanca öğrenmeye başlayacağı  kurumsal bir okul oldu ilk okulu. Bayram tatilinden önceki hafta oryantasyon haftasıydı. Her gün sabahtan 2 saat okula gitti. Ben de bu sürede onu bahçede beklediğim için keyifle geçirdi o haftayı. Bayram tatilinin dönüşünde okullar pazartesi açılsa da Demir salı günü resmi okul hayatına başladı (okulun ilk gününü tatilimiz dolayısıyla kırmış olması "okul hayatına okulu kırarak başlıyor. Ne biçim!" şeklinde esprilere neden oldu tabii Can'la aramızda. "Nasıl başlarsa öyle gider" sözünün bu durumda doğru olmayacağını umarak...). İlk gün yarım gün okulda kaldı. Ben de onu bekledim. Çarşamba günü 2 saat kadar bekledim. Perşembe günü ise Demir'le yaptığımız anlaşma sonucu 16 dakika. Her gün benden ayrılması zor oldu. Çarşamba günü ben de öğretmenlerinin önerisi ile sınıfın kapısına kadar gidince biraz ağladı. Perşembe de gözleri dolu dolu oldu. Ama genel olarak ben gittikten sonra günü keyifle geçiriyormuş, arada ne zaman geleceğimi sorsa da. Oyunlara katılıyormuş, öğlen uykusunu uyuyormuş. Meyvesini yiyormuş. Yemeklerini az yiyormuş (buna şaşırmadım tabii ki). Benden ayrılması zor oluyorsa diye düşündüğümüz için bu sabah Can götürdü. Sabah kalktıktan sonra "bu gün okula gitmeyeceğim, değil mi?" diye sordu. Biz de gideceğini, sonrasında da kutlama yapacağımızı anlattık ona. Okuldaki ilk hafta kutlaması. Önce yakınlarda onun sevdiği alışveriş merkezine gidilecek, sonra ona yakın bir yerde yemek yenecek, sonrasında da pasta yenecekmiş. Okula gittiklerinde yine ağlamış biraz. Ama sonrasında alışmıştır diye umuyorum diğer günlerdeki gibi. Biliyorum ki geçecek. Öğretmenini sevdikçe, okuluna güvendikçe, arkadaşlarını tanıdıkça, oyunların keyfine vardıkça alışacak ve bizi aramayacak hiç.




Ben de alışacağım diğer taraftan. Evdeki sessizlik garip geliyor şu anda. Bazen evdeymiş de uyuyormuş, birazdan odasından "aaanneee, uyandım" diye seslenecekmiş gibi geliyor. Üç senedir evdeki varlığına çok alışmışım, ben de özlüyorum onu. Gözüm saatte, gidip almama ne kadar kaldı diye hesaplıyorum bazen.  Ama biliyorum ki bu da geçecek. Onun mutlu olduğunu bildikçe ben de rahatlayacağım. Evdeki sessizliğin tadını çıkarmaya başlayacağım, daha iyi ders çalışabileceğim. Onu almaya gidene kadar gezebileceğim. Kuş olup sınıfın camına konasım geliyor bazen; merak ediyorum neler yaptığını , arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle nasıl konuştuğunu. Bazen anlatıyor kısa kısa. Aktivitelerden, arkadaşlarının yaptıklarından bahsediyor. Salı günü arkadaşları parmak boya yemişler, hiç yenir miymiş! Çarşamba günü spor salonuna gitmişler, bir arkadaşıyla beraber topu ayakla birbirlerine atmışlar. Sınıfta parmak kuklalar varmış. Bir de büyük bir radyo, bizim evde neden yokmuş o radyodan. Yukarıdaki büyük odada uyuyorlarmış vs. Kendi kendine garip bir dilde konuşuyor ara ara, ne dediğini sorduğumda "almanca konuşuyorum" diyor. Çarşamba günü ise "ich bin da" demeye başladı. Hem de doğru bir telaffuzla. Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak ne demek olduğunu sorduğumda "'tamam' demek" dedi bilmiş bilmiş (öğretmeninin söylediğini duydukça bu anlamı çıkarmış demek ki).



İyi gelecek okul ona. Oynayacak, öğrenecek, büyüyecek...

11 Eylül 2015 Cuma

Demir konserde


Geçen sene bu zamanlarda Demir ilk konserine gitmişti. Beylikdüzü'nde festival baslamış, birçok sarkıcı akşamları konser vermişti. Kapatılan bir caddede ufak tezgahlar açılmış, yemekler, takılar, giysiler ve oyuncaklar satılmıştı. Demir içinse en önemlisi, ufak bir lunapark kurulmuştu ve Demir orada ilk defa trene binmişti. Konserlerin nasıl olduğunu merak ettiği için de bir akşam geç saatlere kadar kalarak Demir'i Yaşar'la tanıştırmıştım. Biraz benim kucağımda biraz da arabasında oturup müzik dinlemişti. Daha sonra konser alanına yakın oturan Hamdiye Abla da gelmiş ve Demir'i evine eşi Yaşar Amca'yla tanıştırmaya götürmüştü. O gece Demir 'in zihninde konserden ve şarkıcı Yaşar'dan çok tren ve Yaşar Amca'yla yer etmişti. 
Bu senede konsereler (ve tabii ki tren) olacak mı acaba diye beklerken 30 ağustos'ta Beylikdüzü Barış ve Sevgi Festivali Candan Erçetin konseriyle başladı. Huysuzluklarla geçen bir pazar gününün akşamı Can'ı da ikna edip gittik biz de konser alanına. Lunapark ve trenler yoktu ne yazık ki, Demir biraz hayal kırıklığına uğradı. Ama konserin tadını çıkardı bu sefer. Babasının omuzlarında meraklı bakışlarla etrafı ve Candan Erçetin'i izledi. Havada uçan kamerayı takip etti. Şarkılara eşlik eden bayraklara kendi de bayrak sallayarak eşlik etemeye çalıştı. Bazen müziğin ritmiyle sallandı. Konserin başından sonuna huysuzlanmadan ve uyuklamadan bizim neşemize katıldı, neşemizi çoğalttı. Candan Erçetin her zamanki gibi sade, zarif, şık ve duygusaldı, o gece orada olan kalabalığa güzel bir akşam ve çoşkulu bir bayram, Demir'e de ayrıca ilk gerçek konser deneyimini yaşattı.

O akşamdan sonra Demir tabii ki her gün "bu akşam da konser var mı?" diye sordu. Biz de iki akşam daha konser alanına gittik. Birinde Hamdiye Abla'dan duyduğumuz oyun alanına baktık. Büyük şişme kaydıraklar ve çocukların kemerlere bağlanarak zıplatıldıkları oyuncaklar vardı. Gözüm tutmadı hiçbirini o akşam. Onların büyük çocuklar için olduğuna Demir'i ikna ettikten sonra yemek yiyip Fatih Erkoç'un birkaç tane çocukluğumuzdan kalma şarkısına eşlik edip evimize döndük. İkinci akşam ise tanımadığımız bir şarkıcının konseri vardı. Hiç konsere kalmadan Demir'le biraz dolaştık. Şişme kaydıraklar gözüme daha sağlam gözükünce ve Demir'in yaşıtlarının içinde oynadığını görünce onun da binmesine razı odum. Çok hoşuna gitti, oynamaya doyamadı. Başka akşam yine gideriz derken çok üzücü terör olayları dolayısıyla konserler iptal edildi. 

Geçen seneden bu zamana belediyeden bir memnuniyetsizliğim olduğu zaman "konserlere, eğlencelere vakit ve para harcayacaklarına bunlarla uğraşsınlar" diyen ben kendimle çelişerek katılmış oldum 'barışın beyliği, sevginin düzlüğü'ndeki ( bu benzetme belediye başkanına aittir :))bu seneki curcunaya da Demir için (itiraf ediyorum: biraz da Candan Erçetin için). Festivale adını veren barışın ve sevginin en yakın zamanda ülkemize geri geleceğini umarak Demir için  aydınlık bir gelecek hayal ediyorum. Özgürce, bağıra çağıra her dilden-kültürden şarkılar söyleyebildiği bol konserli bir gelecek...

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Demir'in kumbarası

Bu gün Demir'in ilk kumbarasını ilk defa boşalttık. Alışveriş ve para konularıyla ilgilenmeye başladığında ona ufak bir kumbara almıştık. O zamandan sonra da cebimizdeki veya cüzdanımızdaki bozuk paraları, eve aldığımız damacana suyu getiren abiden aldığımız para üstünü, pazar arabasını kullandıktan sonra geri aldığımız 1 TL'yi Demir'e verir olmuştuk. O da arada bizden veya dedelerinden 'kumbarası için' para istiyordu. İlk günden beri kumbarası dolunca içindeki paralarla ona oyuncak alacağımızı söylüyorduk. 

Birkaç haftadır başka para kabul edemeyen kumbarayı bu gün boşalttım. İçinden çıkan paraları saydım ve eve yakın bir börekçide kağıt para haline getirttim. Sonra da oyuncakçıya gittik. Demir dolaştı, dolaştı; bir sürü oyuncağı elledi; bazıları için "bunu alırsam başka param kalır mı?", "Sonra balonda alabilir miyim?" diye sordu; bazen "evet" yanıtıyla yetinmedi ve "1 liralık oyuncak alacağım" diyerek başka seçenekleri de değerlendirdi. Kararsızlığını anlasak da ve kend biriktirdiği parayla ilk oyuncağını alacağı için hevesini kırmamak için uğraşsak da bir süreden sonra ona beğendiği oyuncaklardan üç tane seçenek sunduk Can'la. Ama bu durum onu memnun etmedi, aramaya devam etti. Ve en sonunda, ses çıkaran ve çamaşır haznesi dönen pembe çamaşır makinesi 'Demir'in biriktirdiği parayla aldığı ilk oyuncak' ünvanını kazandı. Bir de siyah üstü açık araba seçti kendine. Sonra da balonunu alarak mutlu bir şekilde tamamladı alışverişini.

21 Ağustos 2015 Cuma

Demir Çeşme'de

Yazmayı birkaç gün önce bitirmiş olsam bile üzerinden neredeyse 2 ay geçen Ayvalık tatilinden sonra bu yazki ikinci tatilimizde rotamız Çeşme'ydi. Daha önce birkaç sene üst üste gitmiş, sakin bir otelde kalmış, denizine bayılmış, anlata anlata bitiremediğimiz Alaçatı  sokaklarına 2010 yazında annemi ve babamı da götürmüş, doyasıya dolaşmıştık. Bu sene özlediğimiz için çok kalabalık olduğuna dair etraftan aldığımız duyumlara aldırmadan bir pazartesi günü sabaha karşı çıktık yola. Demir Eskihisar'a kadar uyumadığından bol bol sobet ederek feribota bindik. Güneşin doğuşunu seyredip Yalova'ya vardık. Demir biraz uyudu, biraz etrafını seyretti, bol bol da sohbet etti. İzmir'e varmamıza az kala dağın eteklerinde yeşillikler içinde bir bahçede molamızı verdik saat 9.30 civarı. Can buraya daha önceden işten arkadaşlarıyla gelip çok  beğenmeşti. Haklıymış da. Demir bahçedeki horozlar, tavuklar, ördekler ve midilliyle ilgilenirken biz de kahvaltıyla ilgilendik ve karnımızı doyurduk. Sonrasında da kısa sürede Çeşme'ye vardık. 

Daha önceden kaldığımız otel el değiştirip hostele dönüştüğü için Boyacık mevkiinde başka bir otele yerleştik. Fazla vakit kaybetmeden hazırlanıp Altınkum'a gittik. Oradaki plajlardan birine girdik. Denizi soğuk, tertemiz ve kumluktu. Yani benim için ideal denizdi. Demir dalgalardan biraz çekinse ve başlarda girmek istemese de daha sonra alıştı. Bunda denizdeki deniz yataklarının da rolü büyük oldu. Onlara binme isteği o kadar ağır bastı ki denize de girdi bu vesileyle.Tesisteki yemekler de temiz olunca hepimiz memnun kaldık ve tatilimiz boyunca her gün oraya gittik. Demir öğlen uykularını şezlongta uyudu, makarna ve sigara böreğiyle karnını doyurdu, bol bol denize girip biraz da kumlarla oynadı. Dondurmalar yaptı, babasıyla su çıkarıp kaleler inşa ettiler, küçük kurbağasını yüzdürdü. Bir de denizin ortasındaki tramplenli büyük deniz yataklarına çıkan en küçük kişi oldu büyük ihtimalle. Tramplendeki kişilerin şaşkın bakışları "bu yaştaki çocuk da çıkarılır mı, ne kadar da tehlikeli!" der gibiydi, ama bizi hiç ilgilendirmedi. 

Akşamları farklı planlar yaparak gündüzki monotonluğu bozmaya çalıştık. İlk akşam yorgun olduğumuz için Çeşme'ye gidip ev yemekleri yapan bir yerde yemeğimizi yiyip dondurmamızı da yedikten sonra odamıza döndük. İkinci akşam Ilıca'ya gittik. Tadıyla daha önceden hafızamıza kazınmış pidelerden yiyip sahilde dolaştık. Tüm sahil şeridini ele geçirmiş olan kumrucular dolayısıyla çay bahçesi gibi bir yer bulamayınca biz de bir kumrucuda oturup çay kahve içtik. Üçüncü akşam Alaçatı'ya gittik. İnternetten bulduğumuz bir lokantada yerimizi daha önceden neyse ki ayırtmıştık, yoksa kalabalıktan aç kalabilirdik sanırım. Yiyeceğimiz güzel yemeklerin hayaliyle kalabalıkla sürüklenerek lokantayı bulduk. Yemekler hayalimizde kaldılar ne yazık ki. Sonra güzel bir dondurmanın ardından Demir uyuyunca geceyi uzatabiliriz diye umsak da gelmeyen siparişler ve çaya kahveye istenen yüklü meblağlar yüzünden otelimize geri döndük. Son akşam da Çeşme'nin içine gittik. Önce Demir ve ben yemeklerimizi yedik, sonra da Can kumrusunu yedi daha önceden gittiğimiz, bir sokak arasında salaş olarak hatırladığımız ama artık öyle olmayan kumrucuda. Sonra da kalabalık bakımından Alaçatı'yı aratmayan Marina'yı dolaştık. Dönüşte lunaparka uğradık ve Demir atlıkarınca ile tanıştı. Bir de trene bindi makinist olarak.Haftasonu kalabalığına kalmadan cuma sabahı yola çıkıp evimize döndük.

Bu tatilimize benim açımdan damga vuran olaylar ve kişiler ise:
- Otelimize vardığımızda Demir'in bebek yatağı daha önceki çoğu tatilimizde olduğu gibi odamızda yoktu. Bu duruma sinirlensem de tatsızlık olmasın diye sesimi çıkarmamış ve hatırlatmamız üzerine kısa sürede geldiği için de üzerinde durmamıştım. Bizi bekleyen süprizden haberim yoktu tabii. İlk akşam otelimize döndüğümüzde aile işletmesi olan otelin tüm personeli kapıda bizi bekliyordu. Rezervasyonlarda bir karışıklık olmuş, eğer biz bebek yatağını kullanmıyorsak başka bir müşteri için ihtiyaçları varmış. Böylesini ilk defa duyuyordum ve sinirlenip tepkimi gösterdim. Bunun üzerine de üste çıkıp benim tepkimi eleştirdiler. Can'a göre otelin sahibi bana küstü bile. Bense bu duruma ağlasam mı gülsem mi bilemedim bir türlü.
- Alaçatı'da yemek yediğimiz restaurantta içkim masaya dökülünce garsondan temizlemesini istediğimizde kendisi yaklaşık 10 tane peçete getirip masanın üzerine bıraktı. Gelemeyen buzlar, gülmeyen yüzler ve servisten memnun kalmadığımızı söylediğimizde boş boş bakan gözler de cabası. Buradan sonra gittiğimiz, sağ ve sol masamızdakilerle iç içe oturduğumuz kahvede gelmeyen siparişler ise ilk durumun rastlantı olmadığının, Alaçatı'daki genel yaklaşımın böyle olduğunun kanıtı. Bunlara ek olarak Can'ın kumrucusunda bir şişe kola için ödediğimiz 5 TL var ki Çeşme'nin özeti.
- Çeşme'ye gitmeden önce yazlıkta denize girmeyen Demir (yazlık maceraları tabii ki başka bir yazının konusu) neyse ki Çeşme'de bol bol denize girdi. Daha önceki bazı tatillerde olduğu gibi her şeyi babasıyla yapmak istedi. "Baba yemeğimi yedirsin", "baba giydirsin", "baba dondurma yapsın", "babayla denize gireceğim" vs. Ben de "ohh biraz rahat ederim" diye düşünsem de bazen bozulmadım değil bu duruma. Ama birlikte vakit geçirmek iyi geldi ikisine de.
- Krizsiz tatil olmaz tabii. Yaşanan krizler el birliğiyle çözüldü kısa sürede. 
- Demir bir akşam dışında arabasında uyumayı reddedince biz de geceleri erken sonlandırmak zorunda kaldık. Odamızın balkonu imdadımıza yetişti de o uyuduktan sonra bir şeyler içip kitap okuyabildik açık havada. Oteli genel olarak sevmesem ve bir daha gitmeyi düşünmesem de balkonunun hakkını vermem lazım. 
- Her ne kadar "yakın bir gelecekte gelinmez tekrar buraya"  desem de soğuk ve berrak deniziyle benim gönlümde, deniz yataklarıyla da Demir'in gönlünde bambaşka bir yere sahip oldu bu tatilin sonunda Çeşme.

11 Ağustos 2015 Salı

Ayvalık tatilimiz-Gün 3 & 4

Birkaç tatildir devam ettirdiğim sabahları erken kalkıp denize girme ritüelimi bu tatilde gerçekleştiremedim. Onun yerine tatilin üçüncü gününe sahilde yürüyüşle başladım. Üstelik bu sefer yalnız da değildim. Otelimizin köpeği Limon da bana eşlik etti bir süreliğine. Cunda sahili sessiz ve huzur vericiydi. Lokantalar daha açılmamış, kalabalık başlamamıştı. O gün pazar da varmış, pazarı da dolaşıp yürüyüşümü sonlandırdım. Otele döndüğümde Can ile Demir daha uyuyorlardı. Gazetemi okuyup çayımı içip keyif yaptım. Sonra hep beraber kahvaltımızı edip yine denize gittik. Bir gün önceki denizi pek beğenmemiş olduğumdan başka bir yeri denemek istedim. Ortunç koyuna gittik, fakat 12 yaşından küçükleri almadıkları için biraz sinirlenip biraz da orada sakin sakin denize girip sahilde kitabını okuyabilen tatilcilere özenip "en iyi yer bildiğin yerdir" mantığıyla yine Pateriça koyuna gittik. Bu gün daha kalabalıktı, ama rahatsız olacak kadar da kalabalık değildi. Demir bizimle oynadı, denize girdi, uyudu. Orada ona uygun yemek bulmak mümkün olmadı, ama yanımıza bisküvi almış olmanın rahatlığıyla bu duruma takılmamaya çalıştık. Denizden sonra akşamüstü Ayvalık'a gidip Şeytan Sofrası'nı gördük. Güneşin alçalmasıyla oluşan manzarayı ve adaları seyrettik. Ayvalık'ın içinde vakit geçirmeden tekrar Cunda'ya döndük. Demir bir gün önce yemek yediği lokantada yemeğini yedikten sonra ilk akşam gittiğimiz lokantaya gittik. Cumartesi olması dolayısıyla zor yer bulduk, neyse ki bizi hatırladılar da başka yer aramak zorunda kalmadık. Keyifle yemeğimizi yedik.Sonra Demir'in uykusu gelip de arabasında uyumamak için direnince geceyi erken sonlandırıp otelimize döndük.
Tatilden dönüş günümüze, aynı zamanda benim doğum günüme de sahilde yürüyüşle başladım. Kahvaltıdan sonra bavullarımızı hazırladık ve acelemiz olmadığı için zeytinyağı ve sabun alışverişimizi yaptık, dondurmamızı yedik. Demir sıcaktan biraz bunalıp huzursuzlandı. Sonrasında da dönüş yolculuğumuza başladık. Doğum günü tebriklerini kabul ettiğim yolculuğumuzun bir kısmında Can'ın tüm uyarılarına rağmen yine uyudum ne yazık ki. Gözlerimi bir açtım ki Susurluk'a gelmiştik. Orada mola verip yemek yedik ve yola devam ettik. Akşam yemeği için düşündüğümüz yerde iftar saati yaklaşmış olduğu için yer bulamayınca "Demir nerede ne yiyecek?" konulu ufak bir kriz yaşadık. Neyse ki feribot iskelesinde ona çorba kendimize de çay ve kahve bulunca krizi çözdük. Ama bana pasta bulamadık :(. Pasta yerine kek yediğimiz bir doğum günümün sonunda evimize vardık.

Ayvalık tatilimiz- Gün 2- bulutlar gidince hemen denize

Tatilimizin ikinci gününe yorgun ve huysuz uyandık hep birlikte. Güzel bir kahvaltı bu durumu değiştirebilir umuduyla kalhvaltı etmek için mutfağa indik. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğradık Can ile. Aklımıza birkaç yıl önce Bozcaada'da ettiğimiz muhteşem kahvaltı geldi ve boynumuzu büküp karnımızı doyurduk. Havadaki kara bulutlar tam dağılmamıştı henüz, ama arada sırada güneş gösteriyordu yüzünü. Biz de Cunda'yı keşfe çıktık. İstanbul'daki Rahmi Koç Müzesi'nin minyatürü niteliğinde olan Taksiyarhis Rahmi Koç Müzesi'ni gezdik. Sonra da Sevim ve Necdet Kent Kitaplığını gezdik ve tepeden Cunda'ya seyrettik. Cunda sokaklarını dolaşıp biraz fotoğraf çektikten sonra da Taş Kahve'de oturduk. Demir'in çok uykusu geldiği için kısa sürede uykuya daldı. Biz de biraz sohbet ettik, biraz denizi seyrettik ve güneşin etrafı ısıtmaya başlıyor olmasına sevindik. Tatile başlarken günübirlik Midilli'ye geçeriz belki diye düşünmüştük. Ama çok büyük bir oda olduğunu öğrenince, bir günde arabasız ne kadar gezebileceğimizden emin olamadığımızdan bu planımızdan vazgeçtik. Demir uzun uzun uyuduktan sonra uyandığında ev yemekleri yapan küçük ama temiz bir lokanta bulup Demir'in karnını doyurduk. Ve deniz vaktinin gelmiş olduğuna karar verip otelemize dönerek çabucak hazırlandık; günün geri kalanında denizin ve güneşin tadını çıkarmalıydık. Pateriça koyuna gittik. Sadece birkaç kişi daha bizim gibi güneşi görür görmez bu koya koşmuştu. Deniz temizdi, ama biraz balçık gibiydi, insanın ayakları yapışıyordu denizin dibine, yer yer yosunlar vardı. Demir için iyi tarafı sahilden uzaklaşılsa bile denizin boyu geçmiyor olmasıydı. O da bazen sahilde oynadı, bazen simidiyle denize girdi; eğlendi. Akşamüstü otelimize dönüp odamızı değiştirdik. Aşağı katta daha ferah bir odaya geçtik ve akşam için hazırlandık. Tercihimiz öğlen yemek yediğimiz ev yemekleri yapan lokanta oldu yine. Oradan da tatlı ihtiyacımız için önce Karadeniz Pastanesi'ne sonra da sahildeki dondurmacıya gittik. Yeni odamızda rahat rahat uyuduk.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Ayvalık tatilimiz -Gün 1-kapkara bulutlar

Ayvalık'a ilk kez Demir 2,5 aylıkken gitmiştik. Sıcaklardan bunalıp, arabayla uzun yolu göze alamadığımız için Ören'de deniz kenarında ufak bir otele kaçmıştık birkaç gün için. Soğuk denizi ve Demir'in her akşamki ağlama seansları dolayısıyla yiyemediğimiz yemeklerle aklıma kazınmıştı bu tatil. Ayvalık ve çevresini göremeden tatili bitirdiğimiz için aklımız biraz da oralarda kalmıştı. Bu yüzden bu sene Ayvalık'a gidelim istedik. Benim doğumgünümle birleştirerek haziranın sonuna doğru bir çarsamba akşamı Demir'le birlikte hazırladık bavullarımızı. Demir kendi kiyafetlerini seçmekle kalmayıp bana ve babasına da kıyafet seçti. Bavuluna bir güzel yerleştirdi eşyalarını. Perşembe sabahı erkenden uyanıp feribotla önce Yalova'ya geçtik. Böylece Demir bir toplu taşıma aracına daha binmiş oldu. Feribottan indiğimizde "binmediğin taşıt kalmadı"dedim. Cevabı hemen hazırdı: "kaldı, kaldı, tramvaya binmedim". Tramvaya da yakında bineceğini söyleyip feribottan sonraki yolumuza devam ettik. Demir kısa bir uykunun ardından biraz etrafı seyretti, biraz Barış Manço dinledi, biraz Mickey Mouse seyretti ve tabii ki de bol bol sohbet etti.
 Önce Ayvalık'ın içinden geçerek Cunda'ya vardık. Otelimizi bulduğumuzda kapıda bizi otelimizin sahiplerinin köpeği Limon karşıladı. "Ben bu nasıl iş, bu durumu web sitelerinde belirtmeleri gerekirdi, ya alerjimiz olsaydı, ya Demir köpeklerden korkuyor olsaydı" diye düşünmeye başlamış olsam da Limon o kadar insancanlısı bir goldendı ki tüm kötü düşüncelerim silindi. Demir başta biraz çekinse de çabuk alıştı ve sanırım Limon Demir'in okşayıp sevdiği ilk köpek oldu ( evet, bu konuda korkak davranıyorum, sahibini tanımıyorsak köpeğin bir hastalığı olacağından çekinip hem ben uzak duruyorum hem de Demir'i uzak tutuyorum. Bir de Demir yanlışlıkla kuyruğunu,kulağını vs. çekip köpeği sinirlendirebilir bunun sonucunda da fobi geliştirebilir diye korkuyorum). Odamız benim bekledğimden daha küçüktü. Hemen eşyalarımızı yerleştirip fazla vakit kaybetmeden yemek yemek ve denize girmek için Ayvalık'a gittik. Sarımsaklı Plajı'nın etrafında ev yemekleri yapan bir yer bulup karnımızı doyurduk. Bu sırada Demir gözüne dondurmacıları kestirdi. Denizden çıkınca yiyebileceğimizi söyleyip plaja gittik. Gün içinde bizi bir takip edip bir kaybolan kara bulutlar kendilerini yine göstermeye başladılar. Biraz yüzdük, ve tam denizden çıkıp kurulandığımızda bize iyice yaklaşmışlardı sert bir rüzgarla birlikte. Hemen toparlandık ve dondurmacıya sığındık. Dondurmalarımızı yiyip otele dönmek üzere arabaya bindiğimizde de bulutlar damlalarını bırakıverdiler. Günün yorgunluğuyla Demir cama vuran damlaların gürültüsüne aldırmayıp uyudu.  Otele döndükten sonra biz akşam için hazırlanırken yağmurda yavaşladı. Otelden çıktığımızda hoş bir süpriz karşıladı bizi: bir gökkuşağı. Demirin çok hoşuna gitti tabii. Takip etmek istesek de kısa sürede kayboldu. 

Biz de Cunda sokakarını dolaşıp kıyıdaki balıkçı teknelerine ve karşıdaki adalara baktık. Sonra da gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya yerleştik. Mezeler ve balık Demir'in fazla ilgisini çekmese de bir şekilde doyurdu karnını(ki bu duruma hiç takılmamış olmam tatilin ilginç taraflarından biriydi bence)Biz de ramazan ve haftaiçi olması dolayısıyla boş olan lokantadaki ilgi ve alakadan faydalandık. Yemeğimiz sırasında kara bulutlar yine bizi buldular. Şakır şakır yağan yağmura bu sefer şiddetli gök gürültüleri ve şimşekler de eşlik etti. 

Neyse ki Demir korkmadı. Biz de yağmuru seyredip sohbet ettik, tüm tatilimiz boyunca havanın böyle olmayacağına dair birbirimizi telkin ettik Can'la. Bir de benim ancak "bu uzaktan, bu daha yakından geliyor" şeklinde değerlendirdiğim gökgürültülerinin ne kadar uzaktan geldiğini hesaplamaya çalıştı Can. Tatilde olmanın verdiği rahatlıkla elektriklerin kesilmesi bile canımızı sıkmadı. Lokantadan çıktığımızda neredeyse tüm Cunda sahili kapkaranlıktı. Biz de o karanlıkta otelimizi bulduk. Otelde jeneratör olduğunu umuyorduk, ama karanlıkla karşılaştık. Mumumuzu alıp odamıza çıktık. Havadaki rutubetin etkisiyle odamız çok havasızdı. Dışarıdaki fırtına dolayısıyla cam açamayıp cama vuran yağmur ve rüzgar sesiyle uyumaya çalıştık. Huzursuz bir geceden sonra tatilimizin ikinci gününe uyandık.


18 Temmuz 2015 Cumartesi

Ne olacak ki! Bir şey olmaz ki!

Bir aydan fazla süredir yazamamışım oğlum için.Uzun bir zaman olduğunu tahmin ediyordum, ama son yazının tarihine bakınca inanamadım bu kadar uzun olduğuna. Bu sürede çok oldu yazmak istediklerim. Kafamda tasarladım bazen, ama yazıya dökecek fırsat bulamadım. Tezle ilgili çalıştım, bir arkadaşıma söz verdiğim bir çeviri vardı, onu bitirdim. Bunlar hem kafamı hem de gündüzümü ve tabii ki gecemi doldurunca yazamadım bir türlü. Ama şimdi devam zihnimdekileri kelimelere dökmeye.
Demir'le hep çok konuştum ben. Hastaneden eve döndüğümüz günden itibaren onu emzirirken veya kucağımda uyuturken kendi okuduğum kitapları sesli okudum ona da. Bizleri anlattım, hayatlarımızı, ailesini, arkadaşlarımızı, gezdiğimiz yerleri vs.Sonra çocuk kitaplarına geçip onları okudum. Genelde akşama kadar birlikte olduğumuzdan , ben de yalnızlığı sevmeyip konuşmayı çok sevdiğimden onunla konuşarak doldurdum her anımızı."o küçük daha , anlamaz" demedim hiç, bir arkadaşımla nasıl konuşuyorsam öyle konuştum, dili basitleştirmedim çok fazla, her şeyi açıkladım detaylarıyla.  Konuşmanın gelişiminde genlerin etkisi olduğundan ben erken konuşmuş olsam da (ve  çocukluğumda çok konuştuğumdan çooook bahsedilse de) Can ve ağabeyim 3 yaşına kadar konuşmamış olduklarından " ya Demir de onlar gibi konuşmazsa " diye kara kara düşünüğüm zamanları boşa çıkararak Demir de erken konuşmaya başladı ve kısa zamanda büyük ilerlemeler kaydederek benim gibi konuşmaya başladı: uzun uzun cümleler kuruyor. Bağlaçları,  ortaçlı cümleleri birbiri ardına sıralıyor. "Neyse ki"ler, "keşke"ler, "zaten"ler", "o zaman"lar, "için"ler birbirini takip ediyor. Bir gün ona söylediğim bir sözün birkaç gün sonra aynısını veya benzer bir versiyonunu ondan duyuyorum. Hoşuma gidiyor bu durum. Benim gibi düşündüğünü de görüyorum çoğu zaman. Bir lokantaya, parka veya başka bir yere gittiğimizde eteafımızdakileri inceliyor uzun uzun, ben nasıl ona ilgimi çeken şeyleri gösteriyorsam o da kendi ilgisini çekenleri gösteriyor yanındakilere. Ama benden farklı olarak iyimser bakıyor hayata. Ben ufak tefek aksilikler olduğunda bile söylenebiliyorum, bazen uzun uzun. Demir ise "ne olacak ki!" veya "bir şey olmaz ki" diyor böyle durumlarda. Bir bardak kırıldığında "süpürürsün ne olacak ki", bir makine  bozulduğunda "bir şey olmaz, tamir edilir" , " üstüme yemek döktüğümde " yıkarsın geçer,ne olacak ki" diyor. Öyle hoşuma gidiyor ki bu. Ben de artık daha az söylenmeye çalışıyorum gün içindeki olumsuz durumlarda. Onun iyimserliğine, pozitif yaklaşımına zarar gelsin hiç istemiyorum. Hayata hep böyle olumlu baksın istiyorum. Ben de her gün ondan bir şey öğreniyorum. Bu doğrultuda yukarıdaki ilk paragrafa da ekliyorum:Uzun bir ara verdiysem de bir şey olmaz, yazarım yine ne olacak ki!

4 Haziran 2015 Perşembe

Denize nazır bir gün

Pazar günü Demir ile bol deniz manzaralı bir gün geçirdik.  Sabah erken uyanınca bir gün önceden planlamış olduğum kahvaltıyı yapabildik. Çabucak giyinip, çantalarımızı toplayıp, kahvaltı etmek istediğimiz yerde rezervasyon yaptırıp çıktık evden. Pazar sabahları rahat olan trafikte kısa sürede gittik Ortaköy'e. Bizim için iskelenin üzerinde, hemen deniz kıyısında bir masa ayırılmıştı. Önce "ya Demir denize düşerse" diye korksam da sonrasında ondan yerinden kalkmama sözü alınca kurulduk sandalyelerimize. Ortaköy Camii, Boğaz Köprüsü, uzakta Kız Kulesi,  gemili tekneli manzaramız eşliğinde doyurduk karnımızı. Demir etraftakilerle sohbet etmekten de geri kalmadı tabii. Yan masada oturan ablalarla fotoğraflar çektirdi, onların selfie çubuklarını inceledi. Ortaköy daha fazla kalabalıklaşmadan dolaşmaya başladık dar sokaklarında. Çocuk parkına uğramayı da ihmal etmedik. Takıcıları da dolaştık. Ben kendime bileklik alırken Demir de kırmızı bir tane beğenince ona da aldık. Kahvaltı sırasında denize doymamışız ki biraz daha seyrettik. Sonra da dondurmalarımızı yedik. 

Demir'in uyku vakti yaklaştığında ve Ortaköy kalabalıklaşmaya başladığında oradan ayrılıp İstanbul Modern Sanat Müzesi'ne gittik. Demir uyurken ben de müzede dolaşıp uzun zamandır görmek istediğim Mehmet Güleryüz sergisini gezebildim. Demir'le  katılacağımız kedi maskesi atölyesinin saati geldiğinde Demir hala uyuyordu. İstemeye istemeye onu uyandırdım. Atölyenin başlangıcında herkes ismini ve en sevdiği rengi söyleyerek tanıştı. Demir diğer çocuklarla fazla ilgilenmedi. masanın üzerindeki makas, yapıştırıcı gibi malzemeler daha fazla ilgisini çekti. Sonra atölyeyi düzenleyen kişi bize bir kedi masalı okudu.demir de merakla dinledi. Sonrasında ise maskeleri yapmaya başladık. Keçelere kağıttan kesilmiş kedi şablonları yardımıyla kedilerin gövdeleri için iki parça hazırladık. Sonra onları kesip üzerlerinde delikler açtık ve bu deliklerden dikerek  onları birleştirdik. Demir delikleri delmede ve dikmede bana biraz yardım ettiyse de daha çok eline makas alıp ipleri kesmekle uğraştı. Ben de hem dikmekte zorlandığım için hem de onunla birlikte bir şeyler yaratmak için geldiğimiz atölyenin  onun ilgisini çekmemiş olduğunu fark ettiğim için kendimi rahatsız hissettim ve biraz da sinirlendim.  Bunu da Demir'e yansıttım ne yazık ki. Defalarca iplerle oynamamasını söylediysem de yapmaya devam etti; ufak bir kriz yaşadık (bırakayım da oynasın, değil mi?olmuyor bazen ama :() Daha sonrasında çocukların yaptıkları kuklaları tiyatro sahnesinde oynatma zamanı geldi. Demir biraz çekinse de atölyenin sonunda Ponpon ismini verdiği turuncu kedisini tiyatroda oynatmaya çalıştı.Fakat ben ona etkinliği anlatırken sanırım yanlış bilgi vermişim; o gerçek bir tiyatro  olacağını sanmış. Bu yüzden biraz hayal kırıklığına uğradı. 
Atölyeden çıkınca müzedeki lokantaya geçtik Demir'in yemeği için. Bu seferki manzaramıza martılar ve feribotlar da eklenmişti. Bir de uzakta Can ile benim lisemiz. Yemekten sonra bütün haftasonu bizi başbaşa bırakıp gitmiş olan Can döndü sonunda. Günün geri kalanında onlar sohbet edip hasret giderebilsinler diye sessiz kalmaya çalıştım. Ve tabii böylelikle dinlenmeye de.

26 Mayıs 2015 Salı

Demir Rahmi Koç Müzesi'nde


Havalar güzelleşince daha rahat gezmeye başladık Demir’le. Bazen trafik gözümde büyüse de Rahmi Koç Müzesi için trafikte geçecek zamana değer diye düşünüp bir cuma günü gerçekleştirdik gezimizi. Haftaiçi olduğundan fazla kalabalık değildi müze. Uzun süren turumuza araba motorları ile başladık. Düğmeye basarak motorları çalıştırmak ve arabaların tekerleklerinin bunun sonucunda döndüğünü görmek Demir'in çok ilgisini çekti.Sonra beyaz eşyaların nasıl çalıştığını inceledik. Antika arabalara bakıp teknelerin arasında dolaştık. İtfaiye araçlarını, buharlı traktörleri, faytonları, motosikletleri, bebek arabalarını ve bisikletleri gördük. Zeytinyağı fabrikasının nasıl işlediğini öğrendik. Geçici bebek evleri sergisini dolaştık. Evler aklı uçaklarda olan Demir’in fazla ilgisini çekmese de benim için katlandı.





Sahildeki gemilere baktık. Fenerbahçe vapurunda bir mola verdik. Oradaki küçük  oyuncak müzesi Demir'in çok hoşuna gitse de oyuncaklara dokunamayacağını ve onları alamayacağını kabul etmesi kolay olmadı. Yemek zamanı geldiğinde biraz hayal kırıklığına uğradım. Genelde Demir’le bir yere giderken yemeğini yanımıza alsam da müzede birçok restaurant ve kafe olduğunu internet sitesinden öğrendiğim ve bu müzenin ağırlıklı olarak çocuklara hitabet ettiğini düşündüğüm için “illaki  yemek, en azından çorba bulabilirim” diye düşünüp yemeksiz elmiştik. Fakat Demir’e göre yemek bulmak kolay olmadı.  Sahildeki restaurantta makarna ve yoğurtla yetindik. Neyse ki manzaramız güzel, keyfimiz yerindeydi de bu durumu sorun etmedim. Yemek sırasında Demir’in merak ettiği deniz uçağı da önümüzden geçince keyfimiz ikiye katlandı. Rahatladığımı, dinginleştiğimi hissetim. Oğlum büyümüştü de birlikte iki arkadaş gezmeye başlamıştık artık. Bunu daha sık yapmalıydık.


Sonra turumuza devam ettik. Demir’in merak ettiği uçakları , tren ve tramvayları dolaştık. İçlerine girebilmek Demir’in çok hoşuna gitti. Turumuz boyunca “”bu ne?”, “bu nasıl çalışıyor?”, “bunun niye bacası var?” gibi teknik sorular beni zorladığında yazılı ve görsel olarak hazırlanmış açıklamalar imdadıma yetişti. Detaylı olarak okuyup anlatamasam da kısa basit açıklamalar yapmaya çalıştım.Bazen sadece “bilemiyorum” veya “sonra babanla geldiğimizde ona sorarız” demek zorunda da kaldım. Bu anlarda “keşke lisedeyken biraz ilgilenseymişim bu konularla” diye içimden geçirmedim değil. Turumuzun sonunda gezimizi bize hatırlatacak küçük bir anıyla ve Can’a ufak bir hediyeyle müzeden ayrılmak için hediyelik eşya kısmına uğradık. Ama ne yazık ki orada Demir’e uygun bir oyuncak veya güzel bir  magnet bulamadık. İster istemez “yurtdışında böyle bir müzede kimbilir ne hediyelikler olurdu” diye düşündüm. Ufak bir uçak maketi çantamızda, Demir’in aklı trenlerde ve uçaklarda, benim aklım bebek evlerinde ayrıldık müzeden. Daha sonra Haliç turu yaparken yine uğramak üzere...

21 Mayıs 2015 Perşembe

Demir Autoshow'da

Konuk yazar: Baba

Bu gün Demir'le birlikte Autoshow'a gittik. Tenha olması ve Demir'in arabalara rahatça inip binebilmesi için VIP gününü tercih ettik. Aslında fuara gidişimiz aralık ayındaki beton fuarında kesinleşmişti; o günden beri "Ne zaman bir dahaki fuar?" diyip duruyorduk.

İş çıkışı Demir'i evden aldım. Otopark ve trafik çok yoğun olacağından metrobüsü tercih ettik. Demir metrobüste tek başına arka koltuklara kurulunca zaten oldukça keyiflendi. Autoshow beklediğim üzere nispeten tenha idi. İstisnasız tüm hollere ve markalara uğradık. Beğendiğimiz arabalara bindik, hostes ablalarla sohbet ettik. Toyota standında pickupın üstüne kurulmuş çadır çok ilgimizi çekti ve merdivenden tırmanarak çadıra da girdi Demir. Birkaç arabaya binip tedirginliğini attıktan sonra gaz pedalına basmaya bile çalıştı; arabalara bindikten sonra kapıları da kapattırarak kendi başına kullandı. Sonrasında bizim standa gittik. Şirketten arkadaşlarımızla sohbet ettikten sonra standdaki kokteyle uğradık. Fakat stand o kadar kalabalıktı ki bizim arabaları istediğimiz kadar kurcalayamadık. Çıkış yolunda Ferrari standına da uğradık. Boş olduğu için Demir tüm şirinliği ile "içeri girebilir miyim?" ve "arabaya oturabilir miyim?" sorularına olumlu yanıt aldı. İlk Ferrari deneyiminin 3 yaşında olması bizleri ileriki yıllarda sıkıntıya sokabilir tabii, şimdiden "gerçek Ferrari istiyorum" istekleri basladı.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Ada Sefası

İstanbul'un en sevdiğim yerlerinden  biridir Adalar. Fazla sık gitmesek de, görmesek de varlıkları değerlidir benim için. Geçen hafta perşembe günü Can işten izin alınca Demir'i de tanıştırdık onlarla. Daha önceden hiç mayıs ayında gitmediğim için bunu planlarken "acaba, dükkanlar ve lokantalar açık mıdır? Demir'e yemek bulabilir miyiz?" gibi sorular vardı kafamda. Vapura binmek için Kabataş'a vardığımızda bu soruların çok yersiz olduğunu anladım. Bizi iskelede o kadar büyük bir kalabalık karşıladı ki şaşırdım. Demir rahat rahat denizi ve martıları seyredebilsin diye vapurun en üst katında dışarıya oturduk. Simitlerimizi yiyerek yolculuğumuza başladık. Demir'in çok hoşuna gitti. Martılara simit vermeye çalıştı, heyecanla adaların isimlerini sordu, diğer yolcularla da muhabbeti eksik etmedi tabii. Biz de deniz havası aldık. Can bol bol fotoğraf çekti. Arada yerimize oturmaya çalışan ve oturduğumuz yerin önünde durup Demir'in manzarısını kapayan yolculara delici bakışlar attık; keyfimiz kaçmasın diye sesimizi çıkarmamaya çalıştık. Her ne kadar Heybeliada en sevdiğimiz ada olsa da Demir atları görüp faytona binmek istediği için biz de Büyükada'ya gittik. 

Adaya vardığımızda Demir'in uyku saati gelmişti. Sahilde yürüyüp onun arabasında uyumasını bekledik. O uykuya dalar dalmaz da kendimizi sahildeki balıkçılardan birine attık. Güzel hava, yemek ve müzik birleşince iyice keyiflendik. Demir uyanınca neredeyse masamıza çıkacak martılarla çok ilgilendi. Onlarla balığımızı ve ekmeğimizi paylaştık. Sonrasında adada yarım saatlik fayton turumuzu yaptık. Demir atlarla, bizse adadaki yalılar ve köşklerle daha çok ilgilendik :) Mola verdiğimizde faytoncu Demir'i atların üstüne oturttu ve onları sevmemize izin verdi. Fayton turumuzu dondurma sefamız  takip etti. Sonrasında saat 6'yı geçerken tekrar Kabataş vapuruna binip geri döndük. Dönüşte neyse ki vapur kalabalık değildi. Rahat rahat oturup denizi seyredebildik. Ama bütün günün yorğunluğu Can'la benim üstüme çökmüştü; Demir uyusa da biz de biraz kestirsek diye düşünüyorduk. Ama o enerji doluydu. Babasının çektiği resimlere baktı, yolcularla sohbet etti. Bu sırada hava değişmiş, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Kabataş'tan finikülerle Taksim'e çıkıp yemek yemek için bir restauranta girdikten birkaç dakika sonra şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. Saat geç olduğu için yemekten sonra yağmura rağmen dışarıya çıktık.  Birkaç dükkan dışında meydandaki otellerden bazıları da dahil olmak üzere her yer kapkaranlıktı. Sokak lambaları bile yanmıyordu. Biraz stresli bir şekilde Demir'in arabasını hızlı hızlı iterek yolumuzu bulup otoparka vardık. Islanmış olsak da hem yorgunluktan bir an önce eve gitmek istediğimiz için hem de daha önce Taksim'de hiç böyle bir macera yaşamamış olduğumuzdan bu durumun üstünde durmadık. Artık Demir'in de enerjisi tükenmişti; yolda çabucak uyudu. Keyifli bir ada yolculuğunu geride bıraktık böylece.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Demir 3 yaşında


Pazar günü Demir’in 3. yaşını kutladık. Daha önceden Can’ın anneannesinin rahatsızlığı dolayısıyla Demir’in doğum gününü Can’ın teyzelerinde aile içinde kutlamaya karar vermiştik. Ama anneanne düşüp hastaneye kaldırılınca planları değiştirdik. Demir heyecanla doğum gününü beklediği için ertelemedik. Büyük dayı ve yenge, dayı, yenge ve Sena (namı diğer Şeşe), iki dede, babaanne ve Hamdiye Abla’nın katılımıyla sabah kahvaltısı ve pastayla evde kutladık. Daha önceden Demir’le inşaat temasını seçmiştik. Geçen seneden tecrübeli olduğum için Demir’in inşaat makineleriyle resmini içeren poster,  magnet gibi süsleri kolaylıkla temin edebildim. Kahvaltı sofrasını da küçük inşaat makineleriyle süsledim.  Başlarda çekingen davransa da Demir tüm misafirleriyle tek tek ilgilendi. Ama fotoğraf çektirmek istemedi. Bir ara neredeyse herkes elinde bir telefonla, Can da fotoğraf makinesiyle Demir’in pozunu yakalamaya çalışıyordu. Sena’yla da oynama fırsatı oldu ve tabii benim de. Keyifli bir sabah oldu herkes için. Benim keyfimi kaçıran tek şey çekilen resimlerde üçümüzün güzel bir pozunun olmaması oldu. “Daha kutlayacak çok doğum günümüz var nasılsa” diye düşünmeye çalışsam da bozuldum bu duruma.


Arkadaşlarımın çocuklarına veya Sena’ya baktığımda “zaman ne kadar hızlı geçiyor” diye bazen düşünsem de Demir’e baktığımda böyle hissetmiyorum. O yüzden doğum gününde de “doğduğu gün daha dün gibi”, “büyüdüler işte” diyenlere katılamadım ne yazık ki. Zaman geçiyor tabii. Ama her gün yeni bir olay, yeni bir kahkaha, yeni bir gözyaşı, yeni bir deneyimle. Bazen bizi yorarak bazen de eğlendirerek. Hep büyüterek ve değiştirerek.  Ama hızlı mı? Önümüzdeki yılları düşündüğümde emin olamıyorum. Sadece istiyorum ki sağlıkla ve mutlulukla geçsin; Demir’in gülen gözlerine gölge düşürmesin; küçük adamımın daha nice nice mutlu yaşları olsun.

19 Nisan 2015 Pazar

Devre arası

Dün Demir'le dedesinin evinin yakınındaki parka gittik. Bir süredir favori parkı orası. Hem tırmanma duvarı, kaydırakları bağlayan köprüler gibi çok çeşitli etkinlik alanı var hem de daha çok çocuk var. Dedesiyle tahterevalli keyfi de. Geçen hafta gittiğimizde top oynamak istemişti. Yanımızda top yoktu,  evde bir sürü topu olduğu için bizi süreklediği parktaki oyuncakçıdan "oyuncakçıdan alalım" dileğini kısa süren gözyaşlarına rağmen gerçekleştirmemiştik. Ama bir dahaki sefere topunu yanımızda getireceğimize söz vermiştik. Bu yüzden bu sefer biz hazırlıklıydık, ama Demir pek istekli değildi. Biz de "o kadar getirmişiz, oynamamazlık olmaz" diye düşünerek Can'la oynamaya başladık. Çocukluğumuza döndük kısa süreliğine. Sonra Demir duruma el koydu; topumuzu kapıp "devre arası oldu" diyerek torbasına geri koydu ve bizi kaydıraklara doğru sürükledi. En kısa sürede topumuzu geri alıp yine oynamalıyız, tadı damağımızda kaldı :)

14 Nisan 2015 Salı

Yaşasın, tiyatro!


İki hafta önce Demir’le şeytanın bacağını kırdık ve tiyatroya gittik. Bir akşam Demir uyumadan önce daha önceden gittiği, kedi ve köpeklerin olduğu tiyatroya yine gitmek istediğini söyledi. Ben de o vazgeçmeden, bu isteği geçmeden hemen o haftasonu gidebileceğimiz tiyatroları araştırdım. Daha önceki oyun o haftasonu oynamıyordu. Ben de yine hayvanların olduğu Bremen Mızıkacıları oyununu seçtim. Hayvanlardan korkamasa da hırsızlardan korkar mı acaba diye düşünsem de başka seçenek yoktu.  Bilet alırken temkinli davranıp en arka sıralardan sırabaşından bilet aldım çıkmamız gerekirse seyircileri az rahatsız edelim diye. Oyunun saati Demir’in uyku saatine denk geliyordu. Neyse ki Demir’in yolda uykusu geldi de oyundan önce biraz uyudu.

Salona girdiğimiz de Can da ben de biraz tedirgindik. Demir’e belli etmeden onunla sohbet etmeye çalıştık.  Oyun başladığında Demir biraz huzursuz oldu, ağlamaya başladı. Ama çok kısa bir süre sonra dışarıya çıkmamız gerekmeden sakinleşti. Ve keyifle oyunu seyretti. Arada bize sorular sordu. Biz de onun ilgisini canlı tutmak için bazen ona oyunla ilgili yorumlar yaptık “Horozun tüylerine bak, ne kadar renkli ve güzel” gibi. Şarkılarda tempo tutmaya çalıştı alkışlayarak. Benim endişelendiğim gibi hırsızdan bile korkmadı. Oyundaki hırsızın komik, tonton ve şaşkın olması, kötü gözükmemesi de  bunda etkili olmuştur herhalde.  Mutlu olduğu her halinden  belliydi. Biz de mutlu olduk dolayısıyla. Ve rahatladık bir kez daha gözyaşları eşliğinde salonu terketmemiz gerekmediği için. Sevindik de Demir tiyatroyu sevdiği için. Oyun bittiğinde Demir yüzünde kocaman bir gülümsemeyle salonu terk etmek istemedi. Sonra tekrar geleceğimizi söyleyerek çıktık salondan. Yeni görevim  tiyatrolar sezonu kapatmadan bir oyun daha bulmak Demir’e.   

Oyun grubu deneyimimizden sonra  tiyatro deneyimimiz bana bir kere daha gösterdi ki Demir’in  hazır olması çok önemli ve  o ne zaman hazır olduğunu  hissedip bizimle paylaşmaya başlıyor yavaş yavaş. Her durum için bunu aklımızda tutmalı ve hiçbir şey için zorlamamalyız onu. 

3 Nisan 2015 Cuma

Demir'den hava tahmini

Sabah rüzgarla evden çıkıp oyun grubundan güneş ve sıcakla eve döndük bu gün. Uyku ve yemek sonrası tekrar dışarı çıkacağımızda öğlenki sıcağa aldanıp ince montlarımızla çıktık dışarı. Arabalı olacağımız için üzerinde fazla durmasam da endişelenmedim değil "ya üşürsek" diye. Gittiğimiz alışveriş merkezinden çıktığımızda sağnak yağmur başlamıştı. Bunun üzerine hava tahmini Demir'den geldi:"Geçen gün yağmurla konuştum. Her gün yağacağım dedi." Ne yağmur kaldı ne de trafik  :)

30 Mart 2015 Pazartesi

Demir'in uyku ritüeli: İzmir Marşı

Demir'in uyku düzenine ve ritüeline Demir hastaneden eve geldiği günden itibaren önem verdik, dikkat ettik.  Daha göbek bağı düşmeden onu her aksam uyku saatinden önce yıkadık. İlk başlarda banyosunu takiben emer ve kucağımda uyuyakalırdı. Emmeyi bıraktıktan sonra biberonla kucağımda sütünü içer, sonra şarkılar eşliğinde kucakta dolaştırılarak uyurdu. Fazla ninni bilmediğimiz için kendi uydurma şarkılarımızı oluşturmuştuk Can'la. Kucakta uyutmak zorlaşınca yatağında uyutmaya basladık aynı ritueli takip ederek. Şarkı mırıldanıyorduk veya konuşuyorduk. Sonra kitap okumaya geçtik. Uzun zamandır banyo sonrası süt veya su eşliginde beraber okuduğumuz kitap sonrası uyuyor Demir. Yaklaşık bir aydır bu rituele yeni bir kısım daha eklendi: İzmir Marşı.
Can evdeyse banyodan sonra Demir ya en önde ya da  babasının kucağında ben en arkada Demir'in odasına İzmir Marşı'nı söyleyerek gidiyoruz. Demir kitabını seçiyor kütüphanesinden, sonra yine ya İzmir Marşı'yla ya da "tap daba tap, tap daba tap" diyerek marş yürüyüşüyle yatağına gidiyoruz. İzmirli degiliz, İzmir'i biraz biliriz. Can acemiliğini orada yapmisti, ara sıra iş için gider. Birkac yaz Çesme'ye gitmişligimuz var.  Hepsi bu kadar. O yüzden nasıl oldu da bu marşı dilimize doladık, bilmiyorum. Can bir akşam bir kriz anında Demir'in ilgisini  dağıtmak için söyledi, o da sanırım melodisini sevip hep Can'dan istemeye başladı. Bu halimiz bana çocukken sevdiğim Erkan Yolaç'ın Evet-Hayır Yarışması'nı hatırlatıyor. Yarışmacılarını Mehter Marşı ile çağırır, İzmir Marşı ile uğurlardı.  Hem halimiz komik olduğundan hem de bunu hatırladığımdan kocaman bir gülümseme oluyor yüzümde "İzmir'in dağlarında çiçekler açar..." derken. Kendisi pek eşlik etmese de Demir o kadar sevdi ki bu marşı bazen gün içinde de babasına söyletir oldu; sokaklarda bu marş eşliğinde dolaşmışlığımız bile var.

18 Mart 2015 Çarşamba

Napoli'nin altı üstü

Son gün  uçağımızın kalkışına kadar şehirde geçirebileceğimiz 2 saatimiz vardı. Bunu da Napoli'nin yeraltını gezmek için kullandık. Tarih boyunca Napoli'de yaşamış olanlar şehrin duvarlarını yapmak için taş bulmak, şehre su sağlamak, II. Dünya Savaşı sırasında bombalardan korunmak gibi farklı amaçlarla yeraltını kullanmışlar. Buradaki mağaralar, kuyular ve mezarlar artık ziyarete açıklar. Biz de Demir kucağımızda kısa bir yeraltı turu yaptık dar merdivenlerden, karanlık tünellerden geçerek. Tura başladığımızda rehberin yerin 40 metre altına birçok basamakla ineceğimizi söylemesi gözümüzü korkutsa da vazgeçmedik. Demir rehberin anlattıklarını anlamadığı için ve karanlıktan biraz sıkıldı, ama neyse ki korkmadı. Yerin altındaki arabalar, tank, bitkiler vs. onun da ilgisini çekti. Turdan sonra gerçekten şehrin altını üstüne getirmiş olarak havaalanına gidip  dönüş yolculuğumuza başladık.

Tatilimizi genel olarak düşündüğümde:
- Napoli'yi sevdik. Dar sokakları, alçak renkli balkonlu evleri, denizi, dağı, rahatlığı ile aklıma kazındı. Amalfi kıyılarını ise daha çok sevdik. Her ne kadar o kıyılardan denize girmek güzel olacak olsa da yazın her yer çok kalabalık oluyormuş, bu kadar keyifli olmazdı sanırım.
- Demir tatilde bir sürü toplu taşıma aracına defalarca bindi ve tabii çok sevdi.
Tatilin başlarında İtalyanlar onun söylediklerini anlamadıkça  biraz şaşırdı, ama sonra durumu anladı. benim İtalyanca söylemeye çalıştığım sözcükler onu çok güldürdü. "Uşito, sekureee, uno piaaano" diyip çok güldük. Sürekli dışarıda olmak da hoşuna gitti. Pazar günü havaalanından eve dönerken "ben yarın evde sıkılırım" diyordu.
- Bu tatilde makarna ve pizzaya doyduk hepimiz. Demir bile beklediğimden çok yedi. Ben yediklerimden tat alamadım ne yazık ki. Bu, yemeklerin bana göre tuzlu olmasından ve akşam yemeklerinde çok yorgun olmamdan kaynaklanıyordu sanırım. Gelatolar ve yediğim tatlılar ise  çok güzeldi.
- Daha önceki Roma seyahatimizden sonra İtalya'yı, İtalyanca'yı ve İtalyanları hep yakın bulmuşumdur kendime. Bu tatil de bunu pekiştirdi, adım adım İtalya'yı gezme isteğimi perçinledi.

Virane-keyifli-gösterişli Napoli

Tatilimizin üçüncü gününe de tren tolculuğuyla başladık. Bu sefer Pompei'ye gittik  Haftasonu olduğu için tren kalabalıktı. Vezüv'ü seyrederek, Demir'e Pompei'yi basitçe anlatmaya çalışarak vardık antik şehre.
Demir Pompei'ye girdiğimizde uyumuştu, ama biz engebeli sokaklarda dolaşırken arabasının sallanmasına fazla dayanamayarak uyandı. Bazen arabasında, bazen kucakta, bazen de yürüyerek gezdi. Bol bol taş topladı.  Çok geniş bir alanı kaplayan Pompei'de önemli olan kalıntıların çoğunu görüp bazılarını es geçmek zorunda kalarak turumuzu 1,5 saatte sonlandırıp antil şehirden trenle şehre döndük. Şehir de dolaşmaya başladığımızda anladık ki ilk gün Napoli'yi hiç görmemişiz. İlk önce tatilin birinci gününde listemize aldığımız tepeye çıktık. Orada Castel Saint'Elmo'dan tüm şehri ve denizi seyretmeye doyamadık.


Demir kucağımızda bol bol fotograf çektik. Sonra şehrin bu kısmındaki renkli renkli, minik balkonlu binaların olduğu dar sokaklarda dolaştık. Sonrasında finikülerle opera binası, Palazzo Reale ve Basilica of San Francesco di Paola gibi önemli binaları içeren Piazza Plebiscito'ya indik. Demir 'finikül'e binmiş olmaktan da pek hoşlandı. Opera binasının dışı ve saray tadilatta olduğu için göremedik.

Sonra deniz kenarına gidip oradaki Castel Nuovo Maschio Angioino ile Castel dell'Ovo'ya baktık. İçlerini dolaşacak enerjiyi kendimizde bulamadık ne yazık ki. Bunun yerine sahil boyunca keyifle yürüdük. Can trafiğe kapalı bu yolu İzmir'in Kordonboyu'na benzetti.    Artık yemek vaktimiz gelmişti. Ama yakınlarda bulduğumuz tüm lokantalar saat 7 ve sonrasında açıldığı için enerjimiz tükenene kadar dolaşmaya devam ettik. Demir de bu arada yine uyudu.  Şehrin lüks bir semtinde olduğumuz hem binaların güzelliğinden hem de mağazaların adlarından belliydi. Böylece koca şehrin virane kısımlarını da, keyifli yerlerini de, gösterişini de görmüş olduk. Bir kalmıştı yeraltı. Onu da ertesi güne bıraktık. Otele döndüğümüzde Demir'e kitap okuyacak enerjimiz bile kalmamıştı. Bir gece önce Demir'in düşmesini engelleyen büyük yatakta bir tarafında ben, bir tarafında da yastıklar ve koltukla çevrilmiş bir şekilde uyuma yöntemi bu gece işe yaramadı. Döne döne uyuyan Demir bu sefer de yatağın ayak ucundan düştü. Böylece bir sonraki tatillerde park yatağın şart olduğunu anlayarak tatilimizin son sabahına uyandık.

17 Mart 2015 Salı

Amalfi kıyıları

Tatilimizin ikinci günü otelde farklı farklı hamur işleri içeren bol şekerli kahvaltımızı ettikten sonra yola koyulduk. Rotamız Amalfi'ye doğruydu. Demir o gün çok heyecanlıydı. Önce trene, sonra otobüse binecekti. Daha önceden ikisine de  binmemişti. Ayrıca yanardağ görecekti. 
Tren istasyonu otelimize yakındı. Üç gün boyunca tüm toplu taşıma araçlarını kullanabileceğimiz biletlerimizi aldık. Tren yolculuğumuza başladık. Yolculuğun bir kısmında heyecanı Demir'i uyanık tutsa da sonrasında uykuya yenildi ve Sorrento'ya kadar olan yolculuğunu uyuyarak tamamladı. Sorrento'dan Amalfi'ye giden otobüslere bindik. Cam kenarındaki yerlerimize yerleşip fotoğraf makinelerimizi hazırladık. Sorrento-Amalfi arasındaki bol virajlı, dapdar yol iki tarafında küçük kasabalar, başta portakal ve limon ağacı olmak uzere çeşit çeşit ağaçlar ve masmavi bir deniz manzarası içeriyordu. Demir'le bol soru-cevap içeren yolculuğumuzun ardından ilk molamızı Positano'da verdik. Yamaç boyunca sıralanmış yokuşlar, dar sokaklar, evler ve deniz bir araya geldiğinde güzel bir manzara vardı karşımızda. 

Hemen içine girip dolaşmak istesek de Demir'in arabasıyla dik yokuşları inip çıkmak mümkün değildi.  Otobüsten indiğimiz tepeden fazla uzaklaşamadan dolaştık biraz. Aklım bu kasabanın sahil şeridinde ve oradan görülecek manzarada kalmış olsa da sonrasında otobüse tekrar binerek Praiano'ya gittik.

Yazın çok kalabalık olduğunu tahmin ettiğimiz bu kasaba bomboştu. Açık bir restaurant bulup yemek yiyebildik neyse ki. Yokuşlardan uzak durup, limon bahçelerini seyredip, evlerin arasındaki dar merdivenlerin nereye uzandığını öğrenemeden tekrar otobüse bindik. Yamaçlardaki otelleri, evleri seyrederek, oralardan denize girmenin ne kadar keyifli olabileceğini düşünerek Amalfi'ye vardık. Manzaranın, sevimli sokakların ve tabii ki gelatonun tadını çıkardık.  Limonlu şekerlerimizle dönüş yolculuğumuza başladık. 
Amalfi'ye doğru giderken "bu manzaraya doyamıyorum, dönüş yolculuğunda da cam kenarına oturup seyrederim" diye düşünmüş olsam da o kadar yorulmuşum ki uyumuşum. Tabii Demir ve Can da. Sorrento'ya vardığımızda uyandık.Bir gün önce Napoli'yi beğenmemiştik. O yüzden oraya dönmektense Sorrento'da dolaşmayı tercih ettik. Sokaklarını gezdik. Pizza ve makarnalarımızı yedik. Tatlıların tadına bakmayı da ihmal etmedik. Napoli'de bizi bekleyen güzelliklerden habersiz trenle şehre, otelimize döndük.

16 Mart 2015 Pazartesi

Demir Napoli'de

Napoli tatilimize geçen hafta perşembe sabahı başladık. Havaalanında kahvaltımızı edip biraz uçakları seyrettikten sonra kibarlıklarıyla bizleri şaşırtan japon turistlerle dolu uçağımıza bindik. Demir'in öğle uykusu saatine denk getirdiğimiz yolculuğumuzun ardından Napoli'ye vardık. Şehir merkezine giden otobüsten sonra kısa bir yüürüyüşle otelimize ulaştık. Bir apartmanın 5. ve 6. katında bulunan otelimiz bize tatilimizin ilk süprizini yaşattı. Apartmanda asansör ücretliydi, 10 cent atılmadan çalışmıyordu. Hazırlıksız yakalandığımız için şaşırdık. Can bir market bulup para bozdurdu, böylece odamıza ulaşabildik. Beklediğimizden küçük bir oda olsa da ihtiyacımız olan her şey vardı. Büyüklüğüne takılmadım, terastaki manzarayı ve geceleri orada oturabileceğimizi düşünerek hemen odaya ısındım.


Otelden çıktığımızda Can akşam geç saatte otele dönmemiz gerektiğini söylediğinde yolunda olmayan bir şeyler olduğunu anlamıştım. Yürümeye başladığımızda  da suç oranı yüksek olan bu şehrin tekin olmayan bir bölümünde kaldığımız belirginleşti. Demir olmasa hiç sorun yapmayacağımız bu durum Can'ı tedirgin etti tatil boyunca. Bense 'korkmaya gerek yok, iyi düşün iyi olsun' diye kendimi ve arada Can'ı rahatlatmaya çalıştım.

Tatile çıkmadan önce Napoli hakkında kitap bulamamıştık. İnternetten okuyacak vaktimiz de olmamıştı. O yüzden sadece haritaya bakarak karşımıza ne çıkacağını bilmeden dar, bakımsız ve yer yer pis sokaklardan geçerek şehirde dolaşmaya başladık. Hem şehir hakkında kitap alabileceğimiz  kitapçı aradık hem de ara sokaklarda dikkatimizi çeken bazı tarihi binaları ve  kiliseleri dolaştık. Trafiğe kapalı alışveriş caddelerinden, turistik yollardan geçtik. Şehrin simgelerinden biri olan beyazlar giymiş, siyah maskeli Pulcinella'yı gördük her yerde. Kim olduğunu, ne yaptığını ve neden önemli olduğunu merak ettik. Demir oyuncak fotoğraf makinesi elinde fotoğraflar çekti. Daha önceden bir kaynakta okuduğum Oyuncak Hastanesi'ni bulduk. Hem ben merak ediyordum hem de Demir için ilginç olacağını düşünmüştüm; ama kapalıydı, gezemedik ne yazık ki. Dar sokakların üstünde, şehrin tepesinde gözüken kaleyi gözümüze kestirdik; mutlaka görülmesi gerekenler listemize ekledik.

Hava kararıp soğuyunca Demir'e battaniye getirmeyi unuttuğumuzu fark ederek battaniye alacak mağaza aramaya başladık. Birkaç çocuk kıyafeti satan mağazada bulamayınca kalın ve geniş bir kadın atkısı alıp Demir'in üstüne örterek bu sorunu çözdük. İyice açıkana kadar dolaştık. Sonra margarita pizayı bulduklarını iddia eden restaurantta yemek yiyerek günü sonlandırmak istesek de erken davranmıştık. Daha restaurant açılmamıştı. Yaklaşık bir saatimiz vardı. Bunu spritz içerek ve şehirle ilgili olarak bulduğumuz kitabı inceleyerek değerlendirdik. Sonra da pizalarımızı yedik. Restaurantta canlı müzik vardı. Gitar çalan müzisyen Demir'in çok ilgisini çekti. Otele döndüğümüzde terasa çıkmayı ihmal etmedik. Ama o kadar yorulmuştuk ki sadece 5 dakika kalıp odamıza geçtik. Sonraki akşamlar terasa çıkacak enerjiyi bulaladık, o yüzden teras sefamız bu 5 dakika ile sınırlı kaldı.
İlk akşam odanın havasızlığı ve Demir'in park yatakta değil de tek kişilik bir yatakta yatacak olması dolayısıyla "acaba düşer mi?" endişem birleşince beni uyku tutmadı. Tam uykuya dalmıştım ki korktuğum oldu. Bir gürültüyle uyandım. Her ne kadar yatağın kenarını yastıklar ve koltukla kapatmış olsak da döne döne uyuyan Demir düşmüştü. Onu yanımıza alınca yine zor ve rahatsız uyuyup ertesi sabaha başladık. Güzel hava, Vezüv'ü ve Amalfi kıyılarını görecek olmak bize geceyi unutturdu.